11 Kasım 2007 Pazar

Soğukçeşme Sokağından Alemdar Caddesine doğru (Sogukcesme Street)

22 Temmuz, July 22

III. Ahmet Fountain

Haseki Hürrem Hamamından sonra Sultanahmet’in arka sokaklarına doğru dolanıyoruz. Topkapı Sarayı kapısının önündeki gösterişli III. Ahmet Çeşmesine selam verip Soğukçeşme Sokağına giriyoruz. Soğukçeşme Sokağı, tarihi İstanbul evlerinin bulunduğu sokak, Topkapı Sarayı'nın duvarına yaslanmış cumbalı, kafesli, 2-3 katlı, 8-10 odalı ahşap evlerin oluşmakta, sokağın geçmişi 18. yy. kadar inmekte.

Sogukcesme Street;

This narrow street running between the walls of Topkapi Palace and Ayasofya in Istanbul was completely renovated by the Turkish Touring and Automobile Association ("Turing") under the leadership of its longtime chairman, Mr Çelik Gülersoy.
The houses along the street now comprise an Ottoman-style inn called the Ayasofya Pansiyonlari operated by Turing.
The houses are built right against the Topkapi Palace wall and look directly onto the great bulk of Ayasofya. Çelik Bey had difficulty obtaining official permission from the city government to undertake his project. He once told me:
"They said it wasn't right to build houses against the palace wall. They said the old houses should be torn down and not replaced. 'You'd never find houses against the palace wall in London or Paris,' they said.
"I told them, 'That's what is so wonderful about Istanbul! People built houses right up against the sultan's palace!'
"They finally agreed to let me restore the houses."

The entrance of the street

Sık çıkan yangınlar ve bakımsızlık nedeniyle giderek yıpranan evler, özellikle 1960'lardan ,itibaren eski sahiplerinin terk etmesiyle enkaz haline gelmiş. 1985-86 yıllarında Turing tarafından günün malzemesi kullanılarak restore edilen sokaktaki 9 bina, bir pansiyon dizisi haline getirilmiş.

Evler, Yaseminli Ev, Mor Salkımlı Ev, Hanımeli Ev gibi adlarını etrafına dikilen çiçeklerden almıştır. Evlerden birinde Rahmetli Çelik Gülersoy’un şahsi kütüphanesi olan kitaplık bulunmakta.

İşte Cüneyt Arkın’ın eski filmlerinde sıkça görmeye alışık olduğumuz meyhane olarak karşımıza çıkan mekan. Bir Roma Sarnıcı olan mekan restore edilerek taverna olarak kullanılmaya başlamış.

Old Rome Cistern is restored as tavern now and in the past it was using as film studio

Soğukçeşme Sokağı , Gülhane Parkının kapısının önünden Alemdar Caddesine açılıyor. Caddeden karşıya geçtiğimizde başka bir tarihi mekanı daha ziyaret edeceğiz, Zeynep Sultan Camii.
Zeynep Sultan Camii 1769 yılında III. Ahmed'in kızı Zeynep Âsime Sultan tarafından Ayazma Camii'nin de mîmarı olan Mehmed Tahir Ağa'ya yaptırılmış barok tarzındaki câmii.
The Zeynep Sultan Mosque (in Turkish Zeynep Sultan Camii) is a mosque built in 1769 by Ayazma Mosque's architect Mehmet Tahir Ağa for Ahmed III's daughter Zeynep Asıme Sultan. It evokes Byzantine churches because of its architectural style and materials that were used in its construction

Biraz daha ileride demir parmaklıklar arkasında küçük bir mezarlık çarpıyor gözümüze. Bir zamanlar burası Hasan Ünsi Hz. Aydınoğlu Tekkesiymiş. 1509’da II Bayezid devri ulemasından Tebrizli Muhyiddin Mehmet Efendi tarafından yaptırılmış, 1925’de kapatıldıktan sonra harap olmuş ve 1960’da yıktırılmış.

Once upon a time, the cemetery was Dervish Lodge of Hasan Unsi Hz. Aydinoglu










Haseki Hürrem Sultan Hamamı..


22 Temmuz 2007

Sultanahmet Meydanında bir Mimar Sinan eserini de görmek üzere Sultanahmet Camii’nden ayrılıyoruz.
(resim exploreturkiye sitesinden alıntıdır)

Hamam’ı Kanuni Süleyman’ın Rus asıllı eşi Hürrem Sultan (Rokselan) yaptırmıştır. Hürrem Farsça’da “gönül açıcı” anlamına gelir ama bilindiği gibi Hürrem Sultan daha çok açtığı dertlerle tarihte yerini almıştır. Hürrem Sultan’ın hayatı ve dalaveraları pek çok romana malzeme olmuştur, kısaca Hürrem Sultan’ın hayatına göz atmaya ne dersiniz? (Kaynak: Ufuk Gazetesi - Banu Erkmen)

Kanuni Sultan Süleyman Manisa’da şehzade iken Hürrem Sultanı tanıdığında gözdesi Mâhidevrân Sultan’dan oğlu Mustafa doğmuştu. 15-16 yaşlarında iken yanına aldığı Pargalı rum kölesine her gece şiir dinletileri ve eğlenceler düzenleten Kanuni bir taraftan da gelecekteki padişah olarak hocaları tarafından eğitiliyordu. Bu arada velihat-şehzade sarayına satın alınan bir rus köle, haremi birbirina katıyor, yaptığı isyankârlıklarla herkese yaka silkeletiyordu. Bir an geldi ki, duruma artık katlanamayan haremin kethüdası ve haremağası şehzadenin huzuruna çıkıp, cariyenin saraydan atılmasını talep ettiler. Haremde o güne kadar böyle bir olayın görülmemesinden ötürü çok şaşıran şehzade, cariyeyi tanımak için karşısına getirilmesini istedi. Gelen kölenin güzelliği karşısında gözleri kamaşan Kanuni, cariyeden kendisini anlatmasını istedi. Adının Roksalan, Ordodoks bir rus papazının kızı olduğunu, haremde kalıp herkese hizmet etmek yerine, şehzadenin ayakları dibine oturup o’na hizmet etmeyi hep hayal ettiğini kölenin ağzından dinledi. Bu kadar rahat konuşması, muhteşem güzelliği ve munis tavırları ile şehzadeyi etkileyen Roksalan’a huzura çıkışından yarım saat sonra şehzade;-- Bundan böyle senin adın can yakıp yürek tutuştururcasına gülen anlamında Hürrem olsun. Sen artık can yoldaşım, gönül ortağımsın, mutluluğumu da, dertlerimi de, sıkıntılarımı da paylaşan olacaksın. İçimde hep hissettiğim, ama adını koyamadığım hasret meğersem ki senmişsin. Dedi......Ve o andan, ölene dek Roksalan Kanuni’nin önce gözdesi, sonra Haseki Sultanı oldu.

1520 yılında şehzade Süleyman tahta geçtiğinde, Hürrem Sultan için de rakiplerini ortadan kaldırıp, kendi çocuklarını tahta çıkarma mücadelesi başladı. İlk oğlu şehzade Mehmet’in doğumundan 9 ay sonra kızı Mihrimâh doğmuş ama bu arada Kanuni’nin bir başka cariyeden Murat adı verilen bir şehzadesi daha olmuştu. Kendisinden önce Mâhidevrân’dan olan velihat-şehzade Mustafa’da hayattta idi. Onların hayatta olması kendi çocuklarının hiç bir zaman iktidar olamaması demekse, Hürrem ağlarını örmeli, onları ortadan kaldırmalıydı. Önündeki en büyük engellerden biri de körü körüne Sultan’a hizmet eden Pargalı Rum köle (o artık sadrazam olmuştu, adı da Frenk İbrahim paşa olarak tarihe geçmişti) idi. Bir de üstelik Sultan Süleyman kızkardeşini Frenk İbrahim Paşa’ya vererek kendine damat yapmıştı. Gittiği seferlerden başarı ile dönen, aldığı her görevi hakkı ile yerine getiren Paşa’nın gözleri üstünde olduğu sürece hiç bir şey yapamayacağını anlayan Hürrem ilk sıraya onu aldı. İmparatorluk sınırlarını genişletmekten, devleti zenginleştirmekten başka düşüncesi olmayan Sultan Süleyman ise hep seferlerde idi. Şöyle yanında koca diye 2-3 yıl devamlı kalmıyordu ki, plânlarını arka arkaya devreye sokabilsin. Ama özel ulakları sayesinde Kanuni’yi yalnız bırakmıyor, mektup üzerine mektup yazıyordu. Neler yazmıyordu ki.“Ayağınızın bastığı toprağı yüzlerce defa öptükten sonra, benim güneşim ve saadetimin sermâyesi Sultanım.“Eğer siz, bu ayrılık ateşi ile yanmış, ciğeri kebap, sinesi harap olmuş, gözleri yaşla dolmuş, gecesini gündüzünden ayıramayacak kadar hasret denizinde boğulmuş biçareyi; aşkınızla, Ferhat ve Mecnundan beter olmuş âşık kölenizi sorarsanız, Sultanımdan ayrı olduğumdan beri bülbül misâli âhım ve feryatlarım dinmemiştir. Öyle bir hale düştüm ki, bu hasretin verdiği kahrı ve acıyı, Tanrım düşmanlarıma vermesin. “Benim devletli Sultanım, düşününüz ki bir buçuk aydır sizden bir haber alamamıştım. Allah bilir ki, gündüzden geceye ve geceden gündüze kadar ağlıyordum. Yaşamak haram oldu. Dünya daraldı. Gözlerim kapılarda, sizden gelecek haberi beklerken çok şükür, “fetih ve zafer” haberiniz yetişti. “Tanrı sizi inandırsın ki benim Pâdişahım, Sultanım. Sanki ölmüştüm de, taze can gelip dirildim.Tanrıya şükür olsun gözümün nuru Şâhım, Sultanım.”Haremde üstünlüğü elde etmek yarışında bu mektupları gönderirken bir taraftan da Pâdişaha üst üste dört şehzade daha doğurdu. Abdullah, Selim, Bayezit ve Cihangir. 5 erkek bir kız çocuk sahibi olunca Pâdişah’ı İbrahim Paşa’nın sultanlığını ilân edeceği yalanı ile kandırarak boğdurttu. Makbûl Frenk İbrahim Paşa artık Maktûl Frenk İbrahim Paşa olmuştu. Kızı Mihrimâh’ı da Rüstem Paşa ile evlendirmişti. Rüstem Paşa İran üzerine sefere giderken kendisi ile anlaştı ve yaptıkları plân uyarınca Paşa seferde iken Sultan’a bir mektup yollayarak, mektubunda velihat-şehzade Mustafa’nın geçtiği yerlerde ordu topladığını gördüğünü, padişah babasını hallederek tahta geçme hazırlıkları yaptığını yazdı. Mektubu alan Kanuni hemen sefere çıktı, Konya Ereğlisi’nde Otağ-ı Hümayûn kurdu. Amasyadan oğlunu çağırttı. Her şeyden habersiz gelen bahtsız velihat-şehzade babasının çadırına girdiği zaman cellatlarca karşılandı. Hemen kementle boğularak öldürüldü. Arkadan çadıra giren oğlu, karısı ve yardımcıları tek tek boğuldular. Bütün bunlar olurken Kanuni kadife bir perdenin arkasından cinayetleri izledi. Çadırda bulunan şehzade Cihangir ise korkudan hastalandı ve kısa bir süre sonra öldü. Damadının sadrazamlıktan atılıp yerine Arnavut Kara Ahmet Paşa’nın getirilmesini içine sindiremeyen Hürrem yine Pâdişahı kandırdı, o’nu da boğdurtarak Rüstem Paşayı tekrar sadrazamlığa getirtti. Sırada Mâhidevrân Sultan(bir diğer adı Gülfem idi) vardı. Murat ve Mahmut adlı oğullarının anasını da Hürremin saçtığı nifakların etkisinde kalarak Kanuni yatağında boğdurmaktan çekinmedi.Mutluydu Hürrem, istediği her şeyi elde ediyordu. Koskoca Kanuni Sultan Süleyman’a hükmediyor; istediğine görev verdirtiyor, istemediğini ya azlettiriyor ya da öldürtüyordu. Ama bir gün sancılarla kıvranmaya başladı. Sarayın bütün hekimleri ellerinden geleni yapmasına rağmen sancılar azalmadı bilâkis arttı. Çok sağlıklı iken, her şey yolunda giderken ne olmuştu? Her şeyin belki de farkına varmış olan Kanuni artık onun elinde oyuncak mı olmak istememişti? Yoksa, kendisi gibi başka hırslı ve hınçlı kadınların tuzağına mı düşmüştü? Eceliyle mi öldü bilinmez ama, imparatorluk halkının sağlığında yaptıklarından dolayı çıkardığı dedikoduları örtbas etmek amacı ile bir sürü eser yaptırtıp geriye bırakmıştı.
Çifte hamamda kadın ve erkeklerin ayrı kapılardan girerek kullandıkları bölmeler sonradan Kültür Bakanlığınca onarılarak birbirleri ile bağlantılı hale getirilmiş. Şu an el yapımı halı ve kilimlerin satıldığı bir mağaza olarak kullanılıyor ama içeriyi rahatlıkla gezebilirsiniz.

Burası Mimar Sinan’ın İstanbul’da yaptığı en büyük çifte hamam. Çifte hamamların özelliği hem kadın hem de erkekler için ayrı bölümler içerdiği için haftanın her günü açık olmasıymış, diğerumumi hamalarda ise kadınlar ve erkekler günü farklıdır.

Hamama eskiden erkeklerin girdiği gösterişli kapıdan giriyoruz. Erkekler kısmının girişi, diğer hamamlarda hiç görülmeyen bir mimari uygulanmış, beş birimli bir revakla süslenerek yapıya bir cami girişi havası verilmiştir. Kapıdan girer girmez bizi ortasında ters duran balıklardan oluşan fıskiyesiyle mermer bir havuz karşılıyor.

Burası hamamın “Camekan” ya da “Soğukluk” diye bilinen kısmı. Yıkanmaya gelenlerin üst katlardaki ahşap galerilerde soyunup , peştamalini kuşandığı, çayını yudumladığı yer burası. Buradan sonra “Ilıklık” denilen dikdörtgen planlı bir bölmeye geçiliyor. Buradan da dar bir kapı ile “Sıcaklık” olarak bilinen asıl banyo işlevini gören sekizgen planlı salona geçiyoruz. Sıcaklık’da ortada göbek taşı ve çevrede “kurna başı” denilen kısımlar ve küçük galeriler şeklinde düzenlenen “halvet” denilen yıkanma odaları yer almakta.

Hemen çoğu duvar halı sergisi nedeni ile tamamen kapatılmış, nadiren açıkta kalan kurnaların detayları da gözden kaçmıyor.

Buradan yine dar bir kapı ile eskiden ayrı olan kadınlar bölümüne geçilebilmekte. Erkek bölümünün oda sisteminin aynısı burada mevcut.

Kadınlar "Soğukluk" bölümünün eski hali (resim exploreturkiye sitesinden alıntıdır)

Sıcaklık’da oturup bir zamanlar burada yaşanan cümbüşü hayal edince gülümsememek elde değil. Sırf kız beğenmek için gelen erkek analarının fısıldaşmalarını, saray ve mahalle dedikodularının ballandırıldığını, yeni takı ve giyim kuşamların bir bir gösterildiği, tasların darbuka yapılıp göbek atıldığı anlar geçiyor gözünüzün önünden..

Hamam insanı gerçekten rahatlatıyormuş, baksanıza gezgingiller'e :))

Kadınlar bölümünün Soğukluk kısmında sergilenen el dokuması halı ve kilimlerin haricinde, bu göz nurların nasıl meydana geldiğini gösteren bir de tezgah yer alıyor. Bu tezgahlar beni önce taa Demirci’ye (Manisa’nın ilçesi) götürüyor. Çocukluğumda bu tezgahların arasında pek çok oynadığımdan başlarından hiç ayrılasım gelmiyor. Halıya iki ilmik de ben atayım istiyorum ama mağaza sahipleri pek yakınımdalar.

Gezgingiller eşinden minik bir halı dokuma kursu alıyorken.. :)

Kadınlar kısmın çıkışı oldukça sade, çukurlaştırılmış, bir nevi gizlenmiş bir çıkış. O dönemin örf ve adetlerini düşünecek olursak makul bir durum.




Tarihin sığamadığı meydan, Hipodrom..

22 Temmuz 2007

Yerebatan Sarnıcının mistik atmosferini istemeye istemeye terk ediyoruz. Ayaklarımız yeniden bizi hipodroma doğru çekiyor. Sarnıçdan çıkıp Divanyolu’na doğru döndüğümüzde kısa bir mola veriyoruz.

Sarnıcın hemen üstünde tuğla karışımı yapı, uzaklardan İstanbul’a gelen suyun basıncını ve yüksekliğini ayarlayan su terazilerinden, hemen önünde yolun karşısına geçmeden önce dünyanın merkezinde olma ayrıcalığının zevkini yaşıyoruz. Bilindiği gibi Milion Taşı, Doğu Roma’nın başkenti Konstantinopolis ‘in kentin içine yayılan geniş yollarının başlangıç noktasıdır.
“Bizans döneminde Konstantinopolis’in tam ortasında bulunan ve imparatorluğun bellibaşlı merkezlerinin başkente uzaklığının kaydedildiği anıtsal mil taşı (1 Roma mili yaklaşık 1, 480 m.)” yazmaktadır üzerinde.

Yola çıkacaklar, önce bu taşın bulunduğu yere uğruyor, oradaki kayıtlardan gidecekleri şehrin kuş uçuşu kaç mil tuttuğunu ve hangi güzergâhtan gitmeleri gerektiğini belleyip yollarına öyle koyuluyorlardı. Anlayacağınız, bir tür ‘yol haritası’ işlevini görüyordu mil taşları.

Bizanslılar burasının dünyanın merkezi olduğuna inanırlarmış. Milion Taşı ile anlatılagelen pek çok efsane var. Yine halkın inandığı başka bir efsaneye göre, hiçbir düşman askeri Millium’dan ileri geçemez, böyle yaparsa gökten inen bir melek tarafından ikiye bölünürdü. Bu yüzden Fatih Sultan II. Mehmed Han’ın İstanbul’u kuşatmasının sonlarına doğru ve savunmanın er geç çökeceğinin anlaşılmaya başlandığı sırada pek çok kimse Ayasofya’ya sığınmıştı ve fetih ordusu erleri Millium’u aşar aşmaz gökten meleklerin inerek onları kılıçlarıyla ikiye bölmelerini bekliyorlardı.Dünyanın merkezi kabul edilen bu taşın Bizans’taki macerası 1453/857 tarihinde sona ermiş ve aynı tarihte Müslüman İstanbul’undaki macerasının ilk sayfası açılmıştır.

Milion taşının hemen yanında musluğu sökülmüş mermer çeşme kaderine terkedilmiş, bu mil taşı kadar o da ilgiyi hak ediyor ama çeşme hakkında Latin harfleriyle bilgi veren en ufak bir levhaya rastlayamıyoruz.

Milion Taşına bakıp yolumuzu yönümüzü tayin ettikten sonra Sultanahmet Camii’ne doğru yöneliyoruz.

Sultanahmet Camii’nde namaz vakti olduğu için hipodromdaki dikilitaşlara yöneliyorum. Güneş tepede, fotoğraf çekmek pek de zevk vermiyor, bir süre çimenlere oturup güvercinleri seyrediyorum. At seslerini, yeniçerilerin isyan naralarını duymaya çalışıyorum.

Hipodrom adı fetihten sonra da gerçek anlamı ile kullanıldı, buraya “at meydanı” denildi. At arabası yarışlarında hipodrom arenası, 7 defa dönülürdü. Yedi sayısı Roma’da kutsal ve uğurlu kabül edilirdi. Arenanın tam ortasında kumluk alanı ikiye bölen spina adı verilen bölmede dünyanın çeşitli yerlerinden getirilmiş anıt eserler yer almaktaydı.
Osmanlı döneminde ise hipodrom artık at yarışlarının yapıldığı bir yer olmaktan çıkmış, pek çok şenliğe ( özellikle padişah çocuklarının sünnet düğünleri), siyasi olaya ve ayaklanmalara mekan olmuştur.

Spina kısmında görülen eserler hemen herkesin dikkatini çekecek kadar bir heybetle hala dimdik ayakta dururlar.

Bunların en ünlüsü Obelisk (Mısır Dikilitaşı) , Teb kentindeki Luksor Tapınağının girişindeki iki büyük sütundan biriydi. Birinci Teodosius döneminde getirtilse de yerine hemen dikilemedi. Yıllarca sahilde kum üzerinde yattıktan sonra şimdiki yerine getirilebilmesi için araya demirden bir yol yapıldı. Şimdiki yerine dikilmesi 31 gün sürdü.

Dikilitaş İÖ 13. yy’da yaşayan Mısır Firavunu Tutmosis’e aittir ve uzunlamasına dört yanında onun zaferlerinden bahsedilmektedir.
Taşın 30 metrelik yüksekliği orijinal değildir, taşın alt kısımları kopmuştur, bunu alt hizadaki hiyeroglif yazıların birden kesilmesinden anlayabiliriz.
Alttaki kaidede Bizans imparatorlarının locada dizilmiş , törenleri seyrederken betimlenmiş mermer kabartmaları vardır.

Obelisks ile Örme Dikilitaş arasında “Burmalı Sütun” yer alır, diğer adı da “Yılanlı Sütun”dur. Birbirine spiral şekilde sarılmış üç yılanın gövdesinden oluşan anıtın şimdiki boyu 5.5 metre. En tepedeki üç yılan başının olduğu kısım da hala ortadan kaldırılmadan önce 8 metre civarındaymış. Bu yılan başlarından bir tanesi Arkeoloji Müzesindedir. Antik Yunanlıların doğudaki Pers ülkelerine karşı İÖ 5. yy’da yaptıkları savaşların anısına yapılmıştır.

Örme Dikilitaş ise uzunluğuna rağmen daha kenarda kalmış ve daha az dikkat çekmektedir. Bizans İmparatoru 7. Konstantin Porfirogenetos tarafından yaptırılıp buraya dikilen anıt taşın üzeri o devirlerde , prinç plakalarla kaplıymış. Sözde altın gibi parladığı için bu plakalar Haçlı Seferleri sırasında Latinlerce sökülmüşler.

Eskiden At Meydanı şenliklerinde bu sütunların arasına tenteler gerilir , gölgelikler oluşturulurdu. Dikilitaşlara ve sütunlara bağlanan halatlar üzerinde de ip cambazları gösteriler yapardı.

Sütunları oldukları yerde bırakıp Ayasofya’ya doğru yürüdüğümüzde görkemli bir çeşmeyle karşılaşırız. Alman ve Osmanlı üsluplarının karışımı olan bu çeşme Alman İmparatoru 2. Wilhelm’in Almanya’da yaptırıp burada monte ettirdiği eserdir.

Söylentiye göre, o günlerde İmparator ülkemize geliyor diye Beyazid Meydanındaki tüm derme çatma dükkanlar, el arabalarıyla yerlerinden çekilip , meydan temizlenmiş, imparator gidince , dükkanlar yine eski yerlerine getirilmiş.

Kaynaklar:
1- İstanbul'dan Sayfalar (İlber Ortaylı)
2- İstanbul'u Geziyorum, Gözlerim Açık (Haldun Hürel)

Yeraltındaki saray, Yerebatan Sarnıcı..

22 Temmuz 2007

Haseki Hürrem Sultan Hamamı arkasındaki Derviş Çay bahçesinde bir süre bekledikten sonra beklenenler nihayet ufukta görünüyor. Sevgili gezgingiller ve eşi . Daha önceden program yapmadığımızdan önce ilk nereye gidelim diye bir kararsızlık aşaması yaşıyoruz ve en sonunda Yerebatan Sarnıcı’da karar kılıyoruz. Sarnıç’a giriş ücreti 3 YTL.
Merdivenlerden iner inmez mekanın ihtişamından neden buraya aynı zamanda saray dendiğini anlıyorum.
The basilica cistern , located in the historical peninsula of İstanbul, is one of the few early architectural examples that have survived till the present age. The glamourous underground cistern was built during the reign of emperor Justinianus in the 6th century, the age of glory for eastern Rome.
The cistern is 143 m long adn 65 m wide, and covers a total area of 9.800 SQ m. There are 336 marble columns in the cistern, each 9 m high. The columns are arranged in 12 rows each consisting of 28 columns.

The capitals of columns are mainly in the Iconic and Corinthian styles. With the exeption of a few Doric style with no engravings.
The cistern is surrounded by a firebrick wall with thickness of 4 m and coated with a special mortar for insulation against water.

The cistern’s Water was provided from the Belgrade Woods, which lie 19 km North of the city, via aquaducts built by emperor Justinianus.
The cracks and columns were repaired in 1968. Having been restored in 1985 by İstanbul Metropolitan Municipality, the cistern was once again open to the public on September 9, 1987.
Bildiğiniz gibi sarnıç Ayasofya kompleksine aittir, kilisenin su ihtiyacını karşılamak üzere yapıldığından bazilika sarnıcı olarak da bilinir. Sarnıcın suyu Belgrad Ormanından su yolları aracılığıyla gelmekteydi. Su sorunu, o dönemde de İstanbul’un büyük bir problemlerinden olduğu için dışarıdan getirilen su çok değerliydi ve depo edilmesi gerekiyordu. Osmanlı döneminde durgun suyun sağlıklı olmayacağı kanısı ile içme suyu olarak kullanılmamıştır. Fetihten sonra yaklaşık yüzyıl süreyle sarnıcın varlığı fark edilmemiş, ancak bodrumlarında su biriken ve delikten sepet sarkıtarak balık tutan insanların varlığının anlaşılması ile keşfedilmiş.

Yerebatan Sarnıcı iç mekanı 138 x 65 metre boyutlarında. Yaklaşık 9 bin 800 metre karelik kapalı alanın çatısını çoğu yapraklı başlık modeli (Korintik) , 12 metre yüksekliğinde tam 336 adet sütun tutar. Sütunların bazılarında başlıklar iyonik, bir kaçında dorik üslupda olup bazıları da işlenmemiştir. Sütunlar düzgün 12 sıra halinde yerleştirilmiş olup her sırada 28 sütun bulunur.

Sarnıcın içinde yürürken bir yandan da hayretle suyun içindeki balıkları seyrediyoruz, yerler oldukça nemli olduğundan her an kayma tehlikeniz var.

Aaaa gezgingiller! Görüldüğü gibi gayet işine konsantre..
Görmüş olduğunuz sütun tüm gövdesinin işlenmiş olmasıyla diğerlerinden ayrılıyor, üzerinde parmak girebilecek büyüklükteki bir delik var. Turist rehberi , sütunun yanında kısa bir konuşma yaptıktan sonra gruptaki insanların teker teker bu deliğe parmağını sokup çevirdiğini izliyoruz. Kimbilir bu sütun da belki Ayasofya’daki terleyen sütunun tılsımına sahiptir..

Burada en fazla görmek istediğim eserler Medusa’nın başları, sarnıcın kuzeybatı köşesinde merdivenlerden inince buluyoruz onları. Yanımda tripot olmadığı için çok iyi kareler çekemedim.

The two medusa ‘s head columns founda in the nortwest corner of the cistern are the great examples of the Roman Age art sculptures.

The two Medusa’s head columns found in the northwes corner of the cistern are the great examples of the Roman Age art sculptures. It is not known exactly where these two heads came from, but there is rumour saying that they were brought here after being removed from an antique building of the Roman period. Another mystery is about why one of the Medusa’s heads is upside down while the other is tilted to one side. But it is commonly accepted by scientists that they were placed in that way deliberately. If one wants to go deeper in wanting to know more about yhe history of the mythological rumour of Medusa one can cpme across the following story:

It is said that Medusa was one three underground Gorgona Giant sisters. Out of these three sisters only Medusa was mortal and she had power of transforming people who looked at her into Stones. It is said that in the old times the statues and pictures and private places to keep them away from bad omens.
In another rumour, Meduse is said to be a girl who was very much proud of her black eyes, long hair anad beautiful body. For a long time she was in love with Perseus, the son of Zeus. At the same time goddess Athene was in love with him and she became jealous of Medusa’s love with Perseus. Fort hat reason she turned Medusa’s beautiful hair into horrible snakes. Then whoever looked at Medusa was bewitched and she was turning people into Stone by a mere glance, he cut her head, then won many wars by showing his beloved one’s head to enemies. From that time onwards it is said that Byzanthine swords’ handles were stylised with Medusa’s head.


Sarnıcın kuzeybatı köşesindeki iki sütun altında kaide olarak kullanılan iki Medusa başı Roma Çağı heykeltıraşlık sanatının şaheser örneklerindendir. IV. Yüzyıla ait bu başların hangi yapıdan alınarak buraya getirildiği konusunda kesin bir bilgi olmamakla birlikte Genç Roma Çağı’na ait antik bir yapıdan sökülerek buraya getirildiği ve sarnıcın inşaasında salt sütun kaidesi olarak ihtiyaç olduğu için kullanıldığı görüşü araştırmacılar arasında genel kabul görmektedir.

Medusa’yla ilgili mitolojiye dayandırılan bir söylentiye göre Medusa Yunan Mitolojisinde yer altı dünyasının dişi canavarı olan üç Gorgona’dan biridir. Bu üç kızkardeşten yalnızca yılan başlı Medusa ölümlüdür ve kendisine bakanları taşa çevirme gücüne sahiptir. O dönemde büyük yapıları ve özel yerleri kötülüklerden korumak amacı ile Gorgona kafalarının resim ve heykellerinin konulduğu, Medusa’nın bu düşünce ile buraya konulduğu zannedilmekte.

Yine bir rivayete göre Medusa siyah gözleri, uzun saçları ve güzel vücudu ile övünen bir kızdır. Uzun zamandan beri Tanrı Zeus’un oğlu Perseus’u sevmektedir. Bu arada Tanrıça Athene de Perseus’u sevmekte ve Medusa’yı kıskanmaktadır. Bunun için Tanrıça Athene Medusa’nın saçlarını korkunç yılanlar biçimine sokar. Artık Medusa kime baksa baktığı kimse taş kesilmektedir. Daha sonra onu bu biçimde gören Perseus, heyecanla Medusa’nın büyülendiğini düşünerek başını keser, başını eline alarak düşmanlarını taşa çevirerek birçok savaş kazanır. Bu olaydan sonra Medusa’nın eski Bizans ‘ta kılıç kabzalarına ve sütun kaidelerine ters ve yan olarak işlendiği söylenmektedir.





Asırlara ayak direyen mabed Ayasofya..

Biraz İstanbul gezileri yapmaya ne dersiniz.

22 Temmuz 2007

Ayasofya bahçe kapısında uzunca bir kuyruk var, neredeyse tek Türk biziz. Turist avına çıkan rehberler bizi de yabancı turist zannetip, hangi dil olduğunu anlamadığım bir dille ısrarla bir konuda ikna etmeye çalışsa da kuyruktan bir adım bile uzaklaşmıyoruz. Rehber arkadaşa da nasıl olur da bizi yabancı turist zanneder diye bir sopa atmadığımız kalıyor.

Bahçede çeşitli köşelere yerleştirilmiş bir sürü tarihi kalıntı karşılıyor bizi. Müzeye girmeden önce ana girişin önündeki çukurluk alan ve çukurun içindeki koyun motifli eser hemen farkediliyor. Koyun motifleriyle bezeli üçgen formunda dev boyuttaki giriş alınlığı 1935’de Schneider tarafından kazılarda bulunmuş. Sonradan aslında burasının çukur olmadığını bizim bulunduğumuz zeminin yapılaşma sonrası ortaya çıktığını öğreniyorum.
İlk giriş kısmı dış narteks. Dış narteksin dokuz kapısından kuzeydeki üç tanesi suçluların kendini affetirmek için kiliseye girdikleri kapılarmış. Güneydeki kapılar ise sıradan İstanbul halkının kullandığı kapılarmış.
Dış narteksden 5 kapılı iç nartekse geçiliyor. İç narteksi gezmeyi sonraya bırakıp doğruca müzenin asıl salon kısmına yani orta nefe yöneliyoruz. Orta nefe geçerken bir an imparatorun sözleri çınlıyor kulaklarımızda; “ Geçtim Süleymanı!” Bu Süleyman, Kudüs’teki ünlü Süleyman Tapınağı’nı yaptıran Hz Süleyman.

Ayasofya’nın adının Azize Sofya'dan geldiğini sanırdım ama öyle olmadığını sonradan öğrenmiş oldum. Hagia Sophia Yunanca “kutsal bilgelik” demek. Buradaki sözcük, Hıristiyanlık Üçlemesi’nin (Teslis) ikinci unsuru olan kutsal bilgeliğin karşıtı olan Sophia. İlk yapıldığı yıllarda ”megalo eklessia” (büyük kilise) denmekteydi.
360 yılında yapılan ilk Ayasofya aynı yerde idi ve ahşap çatılıydı, yanınca yerine yapılan yeni Ayasofya 415 yılında tamamlandı. Bu yapı ünlü Nika İsyanında 532 yılında yerle bir edilince Iustinianos tarafından aynı yıl yeniden yaptırılmaya başlandı ve 5 yıl sonra tamamlandı, 27 Aralık 537’de açıldı.

İmparator Iustinianus, Ayasofya’nın yeniden yapımı için önceden kendileri hakkında övgüler duyduğu, Anadolulu iki usta matematikçiyi, İsodoros ve Tralles (Aydın)’li Antemios'u İstanbul’a getirtti. İnşaat için tüm olanaklarını seferber etti, ülkenin dört bir yanından , antik eserlerden toplattığı sütunları , taşları Ayasofya temel inşaatının önüne yığdı. İç mekanda yan sahınları taşıyan dörderden sekiz yeşil sütunu Efes’teki Artemis Tapınağı’ndan taşıttı.

Mimari yönden incelendiğinde büyük bir orta mekân, iki yan mekân (nef), apsis, iç ve dış nartekslerden meydana gelmiştir. İç mekân, 100 x 70 m. ölçüsünde olup, üzeri dört büyük ayağın taşıdığı 55 m. yüksekliğinde, 30.31 m. çapında kubbe ile örtülmüştür.

Girer girmez ilk baktığım yer müzenin kubbesi oluyor, 32 m çapı ile İstanbul’daki en geniş mabet kubbesini tadilat nedeni ile maalesef net göremiyorum.
558 Mayısında depremle kubbenin doğu kısmı çökmüş. Daha sonra kubbe altı metre kadar yükseltilmiş ve en son halini almış. Kubbe çeşitli onarımlardan sonra dairesel olma özelliğini yitirmiş.

Bilindiği gibi İstanbul’un fethinden 2 gün sonra Ayasofya camiye çevrildi ve "Fethiye Camii" adını aldı. Hemen bir minare eklendi, mihrap ve minber yerleştirildi. Bu minare doğu yönde kızılımsı ve ince olandır. 2. Beyazid döneminde Topkapı Sarayı tarafındaki taş minare ilave edildi. 16. yy sonlarına doğru 3. Murat zamanında , ünlü mimarımız Sinan’a tramvay yolu tarafındaki iki minare yaptırıldı.
Aynı anda yapılmayan ilave minare birimleri eserin dışarıdan daha ziyade destek fonksiyonunu görürken estetik görünümü de biraz bozmakta.

Solda ilk göze çarpan yapılardan biri dev boyutaki yekpare mermer “abdest urneleri” ni, denildiğine göre 3. Murat Bergama’dan getirtmiş.

Yine ileride apsisin hemen solunda sonradan buraya eklendiği çok belli olan mükemmel şebeke işçiliği ile göz kamaştıran hünkar mahfili yer alıyor.

Mihrap sonradan yön verilerek apsis kısmına yapıldığından çok simetrik durmuyor ve hemen sağ tarafında minber yer alıyor.

Ayasofya’nın mihrap yanlarındaki şamdanları da 1526’da Budin Zaferi anısına Sultan Süleyman koydurtmuş.

Yine mihrabın tam tepe kısmında, apsisin yarım kubbesindeki mozaik pano çekiyor dikkatimizi, Meryem ve bebek İsa tasviri, ikonoklazma yıllarından hemen sonra yapılmış.

Sağında bir kısmı bozulmuş melek tasviri görülebiliyor.

Minberin önünden sağdaki yan nefe geçiyoruz. Tavan süslemeleri ve duvardaki kabartmaların kilise olduğu dönemden kaldığını tahmin ediyorum.

Sağ nefde yer alan I. Mahmut Kütüphanesi, ilk olarak 1552 yılında Kanuni tarafından yaptırılmış. Kütüphanenin ilk kurucusu Kağıt Emini Hacı Cihan Bey ‘miş. Mimarı Kayserili Hacı Mehmet Ağa, Son şeklini veren ise I. Mahmut. Demir şebeklerinin ince işçiliği hemen göze çarpmakta.

Ziyarete kapalı olduğu için demir şebekelerin ardından bakıyoruz. İçeride çinilerle kaplı duvarların önünde oturma yerleri ve rahleler görülebilmekte.

Çiniler 16. yy Tekfur Sarayı ve İznik atölyelerinde imal edilmiş. Kütüphanede bir dönem beş bin kadar el yazması kitap bulunuyormuş. Kütüphanenin giriş kapısında , üstlerinde “ ya fettah” yazılı iki güzel tokmak bulunmakta. Bu o zamanların bir geleneğiymiş ve Allah’ın sıfatlarından olan “açıcı “ anlamındaki bu sözcük, tokmaklara yazılıp önemli kapılara konurmuş.

Sağ nefden tekrar iç nartekse çıkıp üst galerilere çıkan rampalı koridorun başlangıcı olan kapıya yöneliyoruz. Evet, üst galerilere merdivenden değil zikzak çizen bir rampayı tırmanarak çıkıyoruz. Üst galeride ilk dikkatimi çeken dantel gibi örülmüş izlenimi veren mükemmel sütun başlıkları. Soldaki galeride kilise içindeki mozaiklerin resimlerinin sergilendiği bir bölüm var.

Müzeyi daha farklı açılardan görmek için en uç noktalara kadar ilerliyoruz. Kubbe pandatifleri (kubbeyi altındaki dikdörtgen mekana bağlayan büyük üçgen bingiller) üzerinde dört büyük melek figürü bulunur.

Panolar Hattat Kazasker Yesarizade Mustafa İzzet Efendi tarafından yazılmış. Allah, Hz Muhammed, Hz Osman, Hz Ebubekir, Hz Ali, Hz Ömer, Hz Hasan, Hz Hüzeyin yazılan levhalar oldukça dikkat çekici.

Sağdaki üst galeriye ulaşmak için imparatorun halka hitap ettiği, görüş açısının tüm kiliseye hakim olduğu koridordan geçiyoruz.
Sağ üst galeri içinde ilerlediğimizde önce mermer kapı karşılıyor bizi.

Büyük kilise toplantıları , papazlar meclisi bu üst galeride yapılmaktaymış.

Mermer kapıdan geçer geçmez hemen sağ tarafta "deesis" panosu kaşılıyor bizi; panonun büyük kısmı harap olmuş. Ortada İsa , yanlarda Meryem ve Yahya , mahşer günü peygamberden yardım istenmektedir.

Aynı bölmede yere monte edilmiş mezar kapağı üzerinde Henricus Dandolo, Latin yağmacıların komutanının ismi kazınmış olarak görülür.
1204 yılında 4. Haçlı Seferi olarak gelişip İstanbul’un işgali ile sonlanan Latin yağmasında kilisenin içindeki pek çok kutsal eşya (rölikler) , dekoratif malzeme İtalya’daki kiliselere kaçırıldı..

Biraz daha ilerlediğimizde iki mozaik tablo daha çıkıyor karşımıza. Bir tanesinde IX. Konstantin Monomahos ile eşi Zoe'nun yer aldığı bir pano var, ortada Hz İsa bulunmakta. Biraz gerideki başka bir panoda, 2. İoannes Komnenos, Macar asıllı eşi Eirene ve çocukları tasvir edilmekte.

Üst galerilerden sonra yeniden aşağıya inip iç narteksi geziyoruz. Bu nartekde bazı Bizans taş eserleri, vaftiz çanağı gibi buluntular sergileniyor. Mermerden bir prenses lahidi de burada.


Müzenin avlusunu yeterince gezecek vaktimiz olmadı maalesef.
Sultan II. Selim, Sultan III. Mehmet, Sultan III. Murat ve şehzadelerin türbeleri, Sultan I. Mahmut'un şadırvanı, sıbyan mektebi, imareti, kütüphanesi, Sultan Abdülmecid'in hünkar mahfeli, muvakkithanesi, Ayasofya'daki Türk çağı örnekleri olup türbeler, iç donanımı, çinileri ve mimarisiyle klasik Osmanlı türbe geleneğinin en güzel örneklerini burada bulunmaktaymış.

Bazı arkeolojik terimler:

Narteks: Kiliselerin ön cephesinde bulunan giriş bölümü

Nef: Eski kiliselerde, binanın ana aksı yönünde devam eden koridorlardan her biri.

Apsis: Bazilika tipi kilisenin doğu kısmında dışarı yarım yuvarlak taşan kısım. Mihrap yerine geçen bölme.

Atrium: Kilise avlusu



Kefken, Pembekayalar

Ertesi sabah niyetim öğleye kadar yatmaktı, yarım kalan uykumu almaktı ama içimdeki çocuk durur mu? Buraya ilk defa gelmişiz ve gezecek yerlerimiz var daha..

Sabah kahvaltısı için bu defa Anatolia Restoran’da açık büfeyi tercih ettik, Kaptan Restoran’ı beğenmediğimizden değil tabii, maksat ekonomi canlansın..

Bugün gitmek istediğimiz ilk mekan Pembekayalar.. Kefken’e vardığımızda yeniden yolu soruyoruz. Kefken’den Cebeci istikametine doğru giderken Kovanağzı koyunun girişini geçince sola dönen toprak bir yol var, küflenmiş tabeladan balık çiftlikleri, pembekayalar yazılarını zar zor seçebiliyorsunuz. Bu kadar övgü ile bahsedilen mekanın yolu ve tabelası içler acısı. Yolun sonu geniş düz bir alana çıkıyor, arabadan inip deniz kıyısına kadar yaklaşmayınca kaya falan fark etmiyoruz, biraz denize doğru yaklaşınca farklı jeolojik yapıdaki kayalardan ve yosun tarlalarından oluşmuş kıyı şeridinin görsel ziyafetini yaşamaya başlıyoruz.
Kayaların bazı yerlerde dikdörtgen, kare şekilde kesilmiş parçalara ayrılmış olduğunu görüyorsunuz. Taşın özelliği, denizden çıkarıldığında yumuşak olduğu için kesilip bölünebilmesiymiş, gün yüzüyle karşılaşınca sertleşiyormuş. Rivayetlere göre Sultanahmet Camii’nin inşası için taa buralardan taş götürülmüş. Yan tarafta terk edilmiş balık çiftlikleri var, yine dedikodulara göre burasının kurulma amacı hazine aramakmış, bizde rivayet, söylence biter mi..

Pembekayalar’ın denizle buluşan düzlük bölgeleri yemyeşil yosunlarla kaplı, ortama apayrı bir ahenk katıyor..

Pembekayalar’dan sonra buraya kadar gelmişken başka gezilmeye görülmeye değer yerler varsa uğrayalım diyoruz. Biraz daha doğuya doğru ilerleyince Cebeci'ye varıyoruz. Cebeci merkezinde birisi bize "Dikilikaya" diye bir yer tarif ediyor. Vara vara taa Dikili'ye kadar gidiyoruz ama kimsenin Dikilikaya'dan haberi yok. Çaresiz Babalı'dan geri dönüyoruz.

Yol üzerinde Kocaeli fatihi Akçakoca’nın anıt mezarını da ziyaret etmeyi unutmuyoruz.

Anıtmezar, bölgenin en yüksek noktası Babadağı Tepesinde, sakın bu yükseklikten Kerpe ve Karadeniz’i seyretmeden geri dönmeyin.

Anıt mezarın bulunduğu tepede serin esen havaya ve manzaraya iyice doyup yeniden yola düşüyoruz ama durun, gelirken gözümüze kestirdiğimiz Babaköy pazarında da ekonomiyi canlandırmadan eve dönemeyiz. Tam zamanı ya, taze fındık almadan olmaz, köy yumurtası hele bahçeden sabah toplanmış taze sebzelerden, süt mısırdan almadan dönmek hiç olmaz..



Kerpe

11 Ağustos 2007..

Ne zamandır tanıdıklar Kerpe’nin denizini övüp duruyorlardı, Karadeniz’in hırçınlığından eser yokmuş, temizmiş vs.. Nihayet o övgüyü hak edip etmediğini bire bir gözlemleyeceğimiz gün de geldi.
Herhangi bir terslikle karşılaşma ihtimaline karşın birkaç gün önceden yer ayırtma amacıyla bir çok pansiyon ve oteli arıyoruz ama aramalarımız olumlu bir sonuç vermiyor. Prensip gereği yer ayıramadıklarını, sabah erken gelinirse oda ayarlanabileceğini, yerleri olmadığı gibi pek çok gerekçe öne sürülüyor.
Böyle olunca yer bulabilmek umuduyla cumartesi sabahı erkenden çıkıyoruz yola. Halkalı’dan İzmit’e kadar otobanı kullandığımız için gidiş çok sıkıntılı olmuyor, İzmit Kandıra arası 45 km olmasına rağmen yol yeni olduğu için göz açıp kapayıncaya kadar bitiyor. Kandıra merkeze girmeden Kefken istikametinde devam ediyoruz.

Sabah 10: 30 gibi Kerpe, Kefken yol ayrımındayız. Kerpe’ye orman içinden açılmış, denize dik ilerleyen bir yoldan tepeler silsilesini aşarak varıyoruz, iki tarafı ağaçlarla örülü yolun açıklığından deniz ve Kerpe evleri bir sürpriz gibi çıkıveriyor kaşınıza..

İşte Kerpe sokaklarındayız, karşımıza ilk Kerpe Otel çıkıyor ama yer bulma umuduz olmadığından yola devam ediyoruz. Bir ara sokakta Doğa Pansiyon’u görüyoruz, bahçenin bakımsızlığına bakıp içerinin de aynı şekilde olabileceği ön yargısı ile içeri girmeden geri dönüp çıkıyoruz. Daha başımıza geleceklerden haberdar değiliz..

İkinci olarak Metin Pansiyon’a uğruyoruz, telefonu defalarca çaldırmamıza rağmen açan yok, iyisimi şahsen pansiyon sahibesini bulmak deyip pansiyon sakinlerinin tarifi ile en üst kata çıkıp sesleniyoruz ama tık yok.

Metin Pansiyon’dan biraz daha ileride Gökhan Pansiyon ilişiyor gözümüze ve oranın da kapısına pardon resepsiyonuna dayanıyoruz ama muhatap kişi bulamıyoruz. Orada çalıştığını tahmin ettiğimiz bayan bize, “daha uyuyorlar onlar, öğleden sonra gelseniz, hem oda da boşalmış olur” diyor. Biz de gene şaşkın ve hayal kırıklığı ile arka taraftaki Murat Pansiyon’a yollanıyoruz.

Pansiyon sahibinin ilk sorduğu soru; “Kaç gün kalacaksınız” Biz sadece bu gece için istiyoruz deyince “tek gecelik için ayıracak odam yok abi” diyor, boynumuz bükük arayışa yeniden devam ediyoruz. Bu defa geldiğimiz yöne doğru dönüş yapıyoruz ve köyün girişindeki Kerpe Otel’e elimiz boş döneceğimizi bile bile yine gidiyoruz. 40 kişilik mühendisler odası kapatmış oteli ama plajımızı kullanabilirmişiz. Bizi odaları bizden daha kalitedilidir diyerek Saygın Apart’a yönlendiriyorlar.
Saygın Apart, Kumcağız bölgesinde Kerpe merkezden 4 km daha doğuya gidilerek ulaşılabiliyor. Ulaştığımıza değdi mi? Hayır, burada da hiç yer yok, sahibi bize yardımcı olmak amacıyla başka pansiyon isimleri de veriyor. Bu arada sinirler gerilmiş, bir de açlık da eklenince çekilmez bir hal içindeyiz.
Kerpe merkeze dönüp kahvaltıdan sonra yeniden pansiyon arama turuna çıkmaya karar veriyoruz. Kerpe’ye gelince bir defa daha Gökhan’da şansımızı denemek üzere kapıyı çalıyoruz. Pansiyon sahibesinin davranışları çok lakayt, çok da müşteriye ihtiyacı varmış gibi davranmıyor. “5 kişilik bir odam var, çıkın bakın, eğer beğenirseniz tutarsınız” diyor.
Odayı görmeden tutmaya karar vermişiz zaten, odanın ne kadar güzel olduğu kimin umurunda. Nihayetinde normal şartlarda burun kıvıracağımız bir odayla karşılaşıyoruz ama daha iyisi can sağlığı deyip hep bir ağızdan odayı tutma kararımızı bildiriyoruz. İstediğimiz gibi plaja yakın, merkezde, hem de kişi sayımıza da bire bir uyan bu odayı nasıl denk getirdiğimize şaşırıyoruz önce. Pansiyonun bahçesi bar olarak işletiliyormuş, yan tarafta da diskosu varmış.. Gece saat 4’e kadar müzik sesinden uyuyamayınca, odayı bulmuş olmamızın şanla uzaktan yakından bir ilgisi olmadığını anlamış oluyoruz.

Bu arada eşim arabayı pansiyonun arka tarafındaki geniş bir araziye sahip otoparka bırakmak istiyor, otoparkın yüzde doksanı boş. Gecelik 5 YTL’miş. Otopark görevlisi arabayı sabah saat kaçta çıkaracağımızı soruyor, eşim de saat 9:00 gibi çıkarız diyor, görevlinin cevabı; “dokuzu 1 dakika geçerse bir 5 kağıt daha yazar.” Bu cevabın üzerine haliyle arabayı bırakmaktan vazgeçiyoruz. Yazık, çok yazık! İletişim başarısızlığının kaybettirdiği sadece müşteri değil ne yazık ki..
Odaya yerleşip ilk iş sahile koşup kahvaltı edebileceğimiz bir yer aramak oluyor. Sahilde hemen hemen tüm restoranlar açık büfe kahvaltı veriyor, 7.5 YTL fix fiyat. İstanbul dışına çıkmışız ya hemen her yerde köy kahvaltısı buluruz sanıyoruz. Kaptan Restoran’a köy kahvaltısı var mı diye soruyoruz. Gayet güler yüzle “Olmaz olur mu, yeter ki siz köy kahvaltısı isteyin” diyorlar. Bu şekilde karşıladılar ya, uyduruk bir kahvaltı da getirseler, mutlu olacağımdan eminim. Kahvaltı standart ama mamüller köy yapımı (peynir, yumurta, tereyağı, bal ve çilek reçeli) olsa gerek. Peynir haricinde her şeyi tuttum, bu köy yapımı peynirin de eminim çok meraklısı vardır.. Üstelik 4 kişi 24 YTL, kandıra yoğurdu da ekstra olarak isteyebilirsiniz. “Hizmet işte budur” diyorum. İnsanları mutlu etmek, özel hissettirmek çok da zor değil aslında.

Pansiyonda mayolarımızı giyip denize girilebilecek yer arayışına başlıyoruz. Kerpe halk plajı neyimize mi yetmiyor? Koy çok sığ, yüzebilmek için en az 150-200 metre yürümeniz gerekiyor. Kayaları ile ünlü Miço Koyunu soruyoruz birkaç kişiye.. “Abi öyle bir koy bilmiyorum ben ya” “Abi o dediğin koy, Kefken tarafında olacak” gibi çeşitli cevaplar alınca Kerpe’nin bugün bizi kabül gününde olmadığını düşünmeye başlıyoruz.

Neyse ki bilen birilerine sonunda rastlıyoruz. Kayalıklardan denize atlama hayali ile yola düşüyoruz. Kerpe körfezinin tam tersi istikamette, orman içi toprak bir yoldan ilerliyoruz. Yolun sonunda küçük bir koy kaşımıza çıkıveriyor.

Yüzme isteği içindeki ruh halimiz hayal kırıklığına uğrarken gezimanya ruhum için için sevinç çığlıkları atıyor. Evet burası kayalık, kayalar denizin içine serpiştirilmiş gibi duruyor, alçaklı yüksekli pek çok kaya adacığı ve koya vuran sünger ve çöp tortusu yüzmek için ideal yeri bulamadığımızı anlatıyor bize.
Önce koyun sağ tarafına doğru yürüyüp girebileceğimiz uygun bir yer arıyoruz ama kayalar bir yerden sonra geçit vermeyince her kafadan farklı sesler çıkmaya başlıyor. Ya Kerpe’ye geri dönüp başka bir plaj arayalım ya da kıyının sol tarafından ilerleyip arayışa devam edelim.

Anında yüzme isteğime nankörlük yapıp ilginç kaya oluşumlarını görme isteğine boyun eğiyorum. Keşif öncüsü eşim, önden gidip kaya dağına tırmanıyor ve geçit var mı diye bakıyor sonra da bize sesleniyor. “Geçit var mı yok mu görünmüyor ama buraya çıkıp bu manzarayı görmeye değer. Görmek isteyenler gelsin!” Hiç dururmuyum, sağımda solumda asılı çantaları yanımdakilere yükleyip, fotoğraf makinemi alıp tırmanışa geçiyorum.


Ardım sıra eşimin ısrarı sonucu ekibin geri kalanı da geliyor. Evet diyorum, buraya gelmemin sebebi buymuş demek.. Kayalıkların tepesine çıkınca, bu yöne saptığımız için ne kadar doğru bir seçim yaptığımızı bir kere daha anlıyorum. Görünüm her yerde rastlanacak türden değil. Kayalıkları bir nevi stüdyo zannetmiş olmalıyız ki herkes poz vermede, fotoğraf çekmede..


“Asla geri dönmek yok” ilkesiyle bulduğumuz geçitlerden yola devam ediyoruz, bazılarımız geçitleri sonradan fark etmiş ve akrobasi yaparak tehlikeli yerlerden geçmiş olsa da sağ salim bir patikaya geliyoruz.

Bu patika, bizi koya getiren yolun biraz berisine çıkıyormuş meğer..

Artık sıcak hava dayanılmaz hale gelmiş, bir an önce serinleme isteğimiz hat safhada, n’apsak ne etsek diye düşünüyoruz. Sonra da Kerpe Otel’in yolunu tutuyoruz, plajlarını kullanabileceğimizi söylemişlerdi ya hiç durmadan yol alıyoruz. Kerpe Otel ,körfez manzarasına hakim bir yamaçta, ön kısmındaki basamaklı taraçalardan üsteki iki tanesi restorana ayrılmış, geriye kalan taraça şezlonglara..
Otelin konumu harika ama bahçe bakımsız, etraf sanki dökülüyor hissi veriyor. Böyle muhteşem bir konumda bir otelim olsaydı burayı nasıl cennete çevirebilirim diye ister istemez hayallere dalıyorum bir an..

Buradaki deniz de oldukça sığ, ama halk plajına göre bir nebze daha çabuk derinleşiyor. Her yer ince kum, biraz ileride yosun adacıkları var, yosun adacıkları üstünde yüzmek neden tedirgin eder ki insanı, kumluk alanların üzerinde labirent içindeymişiz gibi dönüp duruyoruz.

15 YTL verdik ya kişi başı, mecbur akşam kadar burada takılacağız , bir ara eşim pansiyondan dergilerimizi ve gazete getiriyor. Bu arada da Karagöz Restoran’da yer ayırtmayı da unutmamış. Ama kurt var bizim ailede, şöyle saatlerce şezlonga uzanıp güneşlenmeyi beceremiyoruz. Güneş bulutların ardından daha az çıkmaya başlayınca denizi temelli terk edip istirahate çekiliyoruz.
Akşam programı belli, Karagöz Restoran, buranın en eskilerindenmiş, herkes bu kadar övünce uğramadan dönmek olmaz.. Gündüz plaj olarak kullanılan alana masaları indirmişler, palmiye ağaçlarının altında, bir ayak ötemizde denizimizle kuruluyoruz masamıza. Fasıl ekibi gecemize renk katıyor.

Karagöz Restoran’da hizmet kalitesi iyi sayılır, ufak tefek gecikmeleri yoğunluğa bağlıyorum ama çalışanların hizmet için çabası taktire değer.. Restoranın en ufak garsonu etrafımızda fır dönüyor, ne istesek anında bulup buluşturuyor, sonunda bahşişi de hak ediyor.

Pansiyona vardığımızda saat çok geç olmasa bile herkesin üzerinde günün yorgunluğu var, yatar yatmaz uyuduk demek isterdim ama diskodan gelen müzik sesi buna müsaade etmiyor.