Sabah 9:00’da Trabzon Havaalanındayız. Yolcu bekleme salonunda elinde tur şirketi tabelası olan birilerini arıyorum. Sonra sürekli birilerini karşılayıp onları sağa sola oturtan iki genç arkadaş dikkatimi çekiyor. Yanlarına gidince olay açıklığa kavuşuyor, genç arkadaşlardan birisi Celal bizim rehberimizmiş. Tur katılımcılarının hepsinin burada olduğuna kani gelince bizi dışarıya alıyorlar, dolmuşda hiç kimse bir birini tanımıyor, zaten tanışmaya da hevesli görünmüyor zira herkes yol yorgunu.
Bugün programda ilk ve tek görülecek yer Sümele Manastırı. Doğrusu manastırı yakından göreceğim için içim içime sığmıyor, daha önce resimlerdeki o heybetli silüetini düşününce heyecanım artıyor. Önce Maçka merkezde bir ihtiyaç molası veriliyor, bir ilaç almamız lazım, nöbetçi eczane arayışına başlıyoruz, nöbetçi eczane kapalı ama nöbetçi olmayan bir tane açık.. Karadeniz’de olduğumuz gerçeğini işte o an kavrıyorum, olaylar tersine işliyor burada..
Maçka’dan Sümele Manastırına giden yol çevresindeki yemyeşil doğayı hayran hayran seyrederek ilerlerken, dönüşte buralarda bir yerde mola verebilmemizi umut ediyorum. Manastıra biraz yaklaşınca, manastırın karşıdan iyi görüntü verdiği bir noktada fotoğraf molası için duruyoruz.
Çok uğraşırsanız arkada bir yerlerde manastırı da görebilirsiniz .. :)
Manastıra direkt araç yolu yok, belirli bir yerden sonra patikadan yola devam ediyoruz.
The way we had to climp up to Monastery
Patikada ilerlerken, bu açıdan binanın ön cephesinin tam görünmemesine içten içe üzülüyorum, taaa nerelerden gelip Sümele’nin o mağrur duruşunu göremeyecek olmak büyük talihsizlik.
Yol üzerinde bizi kemençe resitali bekliyordu. :)
A fiddle player was waiting us on our way, fiddle (small violin played like a cello) a traditional music instrument in Black Sea Region)
Manastırın kuruluşuna ait pek çok söylence var, Karadeniz Rumları arasında anlatılan bir efsaneye göre Atina'lı Barnabas ile Sophronios adlı iki keşiş aynı rüyayı görmüşler; rüyalarında, Hz.İsa’nın öğrencilerinden Aziz Luka’ın yaptığı üç Panagia ikonundan, Meryemin bebek İsa’yı kollarında tuttuğu ikonun bulunduğu yer olarak Sümela'nın yerini görmüşler. Bunun üzerine birbirlerinden habersiz olarak deniz yoluyla Trabzon'a gelmiş, orada karşılaşıp gördükleri rüyaları birbirlerine anlatmış ve ilk kilisenin temelini atmışlar.
İlk yapılış tarihi 4. yüzyıla dayanan manastırın bugün 13-14. yüzyıllarda yapılmış bölümleri ayakta kalmış. Manastır, 406 yılında ve Hıristiyanlığın ilk yayılmaya başladığı dönemlerde dağın kayalık kısmının içi oyularak yapılmış. Bizans imparatoru Justinianus döneminde yeni eklemeler yapılmış ve VI. yy.da yeniden inşa edilen manastır, 1360’da tekrar bir tamirat görmüş. Rum Pontus Kralı III. Alexis’in yaptırdığı bugünkü bina, aynı zamanda taç giydiği binaymış.
The monastery was founded in the year 386 (during the reign of the Emperor Theodosius I, AD 375 - 395) by two Athenian priests - Barnabas and Sophronius according to the Turkish Ministry of Culture [1]. Legend states that they found an icon of the Virgin Mary in a cave on the mountain and decided to remain in order to establish the monastery.
During its long history, the monastery has fallen into ruin several times and been restored by successive Emperors; During the 6th Century AD, it was restored and enlarged by General Belisarius at the behest of Justinian [2].
It reached its present form in the 13th century after gaining prominence during the reign of Alexios III (1349 - 1390) of the Komnenian Empire of Trebizond (established in 1204). At that time, it was granted an income from imperial funds. During the time of Manuel III , son of Alexius III, and the reigns of later princes, Sümela gained further wealth from new imperial grants.
Following the conquest by the Ottoman Sultan Mehmed II in 1461, it was granted protection by order of the Sultan and given rights and privileges which were renewed by following Sultans. Monks and travellers continued to journey there throughout the years and the monastery was extremely popular up until the 19th century.
The Monastery was seized for a time by the Russians during the occupation of Trabzon between 1916 - 1918.
It was finally abandoned in 1923, following the population exchanges between Greece and Turkey after the Treaty of Lausanne.
Today its main purpose is as a tourist attraction. Its place overlooking the forests and streams below make it extremely popular for its aesthetic attraction as well as for its cultural and religious interests. The Turkish government is currently undertaking necessary restoration works to the site.
Manastır topluluğu; ana kaya kilisesi, iki şapel, ayazma, hizmet birimleri, keşiş ve öğrenci odaları ile misafirhaneden oluşmakta. İki katı teras olmak üzere altı katlı olan manastırın 72 odası bulunuyor. Her katta sekizer oda İncil’den alınan konuların işlendiği fresklerle kaplı. (Gerçi tadilat devam ettiği için biz göremedik) Fresklerin çok azı günümüze ulaşabilmiş.
1923 yılında boşaltılıp terk edilmiştir. Daha sonra geçirdiği yangın, doğa koşullarının etkileri ve çeşitli yağmalar sonucu kısa sürede harabe haline gelmiştir. 1972 yılında ören yeri olarak ziyarete açılan yapıda, restorasyon çalışmaları halen devam etmekte olduğu için yalnızca ilk manastır kısmını görme şansımız oluyor.
Bir kısmı yok olmuş at resminin Yavuz Sultan Selim'in atına ait olduğunu o gün öğreniyorum, olayın hikayesine gelince;
The painting of Yavuz Sultan Selim (an impressive Sultan of Ottoman Empire) and his white hourse. He had been injured during a hunting action near by the monatery, the monks had hosted him sincerely and cured his bruise. For this reason he supported the constracrion of the monastery and gave four golden candelabras as present to monastery, but now they are lost (stolen)
Yavuz Sultan Selim döneminde, bir gün avlanırken hastalanan Sultan, Meryem Ana Manastırına çıkarılarak rahipler tarafından tedavi edilir. İstanbul'a dönüp, tahta çıktığında, büyük bir kadirşinaslık ile bir zamanlar kendisini tedavi eden rahipleri ve manastırı unutmayarak, onlara da hem altın, hem arazi ve hem de boyları 1.5 m olan dört altın şamdan ihsan eder.
Yavuz Sultan Selim'in dışında pek çok Osmanlı Sultanı manastırın tamiratı için maddi destekte bulunmuş, ne mutlu ki böyle humanist bir milletin torunlarıyız.
Sevgili Alp, (diğer grubun geçici rehberi) manastırın tarihi hakkında, sonra da asıl şapel binasının cephesindeki, Hz İsa’nın doğuşundan, çarmıha gerilişine, göğe yükselişine kadar olan olayların betimlendiği freskleri kronolojik sırayla teeeek tek anlatıyor.
Gayet aydınlatıcı bir anlatımı takiben hala bayılmayanlarla beraber açık olan bütün kapılardan girip çıkmaya başladık. Binanın büyük bir kısmı tadilatta olduğu için gezimiz çok kısa sürüyor. Doğrusu kendimi manastırı gezmiş saymıyorum, bir adım öne giderken iki adım geriye gidiyorum, manastırı en son terk eden kişi oluncaya kadar ayrılmak gelmiyor içimden. Burası ne zaman tadilattan çıkar bilmem ama geri kalanını görmek için bir gün yeniden gelmeyi düşünüyorum.
Manastır dönüşü Maçka’ya geri dönerken Coşandere tesislerinde yemek molası veriliyor.
Cosandere Restaurant end Butique Hotel, on the way to Macka
Oturduğumuz yerden coşan bir dere göremesem de muhlamanın tadı mekan bağımlılığımı unutturuyor bana.. Grup içindeki kişilerle yeni yeni tanışmaya başlıyoruz restoranda. Yemek sonrası alışveriş yapabileceğimiz bir iki dükkana uğruyoruz ama Çin mallarının burada da ana temayı oluşturuyor olması, alışveriş hevesimi yarıda bırakıyor.
Yolda yerel dokuma ürünlerinin satıldığı başka bir mağazanın önünde yine mola veriyoruz. Tabii ki yerel dokuma ürünlerinden almak için can atıyorum ama tek mağaza seçeneğinin sunulmasını protesto ederek sadece çay kolonyası alıp çıkıyorum..
Durduğumuz bir benzin istasyonunda balık ağlarını işte böyle kullanmışlar..
Ve nihayet Ayder’deyiz, pansiyonumuz yaylanın hemen en yüksek noktasında konumlanmış, Ayder manzarasına hakim. Odamız da öyle. Odaya girer girmez sıcak bir hava akımı çarpıyor yüzüme, pencereler kapalı diye odanın bu kadar sıcak olduğu sanısına kapılıyorum ama kalorifer peteğine dokunduğumda yanıldığımı anlıyorum, cayır cayır yanıyor petekler. Sonradan öğrendiğime göre tamirat nedeni ile yakılmışmış. Öyle seviniyorum ki, ne de olsa biz serin serin uyumaya gelmedik mi buraya..
Akşam yemeğinde de yöresel yemek bekliyoruz tabii, azıcık ucundan beklentimizi karşılamışlar. Garnitür olarak getirilen pazı yöreye özgü, o gün yemekte en sevdiğim parça. Bir de pastane yapımı baklavaları saymazsak tabii.
Yemek sonrası ertesi günkü yayla yürüyüşü öncesi bu tür yürüyüşlerde mutlaka olmazsa olmazlarını anlatıyor rehberlerimizden Alp. Yukarılardaki havanın ne zaman ne yapacağı belli olmazmış, hava durumu o gün için “hava açık olacak” dese de aniden yağmur bastırabilirmiş, sular içilemeyecek kadar çamurlanabilirmiş.. vs. Tahta oluklardan akan suları bir kaba doldurmadan içersek uçuk olma riskimiz varmış. Muhtemelen su çok soğuk, uçuk virüsünün aktive olabileceği doku şartları oluşuyor. Yürüyüş şeklimizden, vereceğimiz molanın süresine kadar hepsi tek tek mantık çerçevesinde izah ediliyor. Ne de olsa ilk defa bu kadar yüksek bir rakıma tırmanacağız, şehirdeki kondüsyonun burada ne kadar geçerli olacağını yarın göreceğiz.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder