27 Ekim 2007 Cumartesi

Ayvalık 2006

2006 Mayıs..

Ayvalık’a daha önce gidenler mutlaka biliyorlardır ama gitmeyenler için gene de bir özet geçeyim. Ayvalık’ın kedisi, delisi ve ölüsü meşhurmuş. Hadi kedisi, delisi bolmuş da ölüsünü anlamadık diyeceksiniz; başka bir memlekette yaşayan Ayvalıklıların ölümü halinde kasabada herkesin duyması için ilan ve sela verilirmiş, yani dakika başı ölüm ilanı.. Ayvalık tarihi ile ilgili birkaç bilgiyi de aktaralım. Birinci Dünya Savaşı’ndan önce Ayvalık ağırlıklı olarak Rumların yaşadığı bir yermiş, Türkler azınlık durumundaymış. Rumlarla Türkler kardeşçe yaşamaktaymış. Ayvalık zengin, verimli toprakları ve balıkla dolu denizi ile herkese yetiyormuş. Anadolu’nun işgali başlayıp da 28/29 Mayıs 1919 gecesi Yunan askerleri Cunda adasına çıkıncaya kadar böyle sürmüş. Tam 39 ay 16 gün işgal altında yaşamış Ayvalık. İstiklal Savaşı kazanılınca da sular durulmamış. Barış içinde, kardeşçe yaşama ortamı yitince kaç kuşaktır buralarda yaşamış Rumlar’dan çoğu Yunan adalarına, Girit’te, Midilli’de ve Makedonya’da yaşayan Türkler de buraya yerleştirilmiş. Ayvalık tam bir adalar şehri, 22 adet adadan yalnızca Cunda (Alibey) adasında yerleşim varmış. İrili ufaklı adaların üzerinde manastır yıkıntılarını görmek mümkün. Hatta bu adalardan birisi bir romana bile konu olmuş (Mehmet Coral ,Tımarhane adası, Doğan Kitap). Çamlık koyundan ve Şeytan sofrasından rahat görülebilen adanın en yüksek noktasında sarp kayalıklar ve kayaların yanıbaşında, taştan yıkık dökük bir manastır göze çarpıyor. Rivayetlere göre Ayvalık meyhanesi bol olan bir Rum köyü iken sarhoşları da haliyle bolmuş, zaten delisinin bolluğu ile ününü biliyorsunuz. Zıvanadan çıkanları götürüp bu adaya bırakırlarmış ki sürekli ve sert esen rüzgarın sesi akıllarını başlarına getirsin. Adaya zincirlere bağlı olarak çıkanların akılları başlarına gelmiş olarak adadan ayrılıyorlarmış. Rivayet işte.. Sözüm ona rüzgarın müzikal sesi ile psikoterapi yapmakmıydı acaba amaç yoksa kendi kendilerine bırakılıp vicdan muhasebesi yapmalarını sağlamak mıydı bilinmez..

Tımarhane adasının Şeytan sofrasından görünümü


Sabahın erken saatlerinde ilk olarak tüm Ayalık’ı panaromik olarak görme imkanı sunan bir tepeye geliyoruz; Cennet tepesi ya da İlk Kurşun tepesi, eski adıyla da İlyas Peygamber tepesi.. Kurtuluş savaşında düşmana ilk kurşun buradan sıkılmış.

Sağ tarafta Cunda (Alibey adası), Lale yarımadası ile Cunda'yı birleştiren boğaz köprüsü ve Lale yarımadası..


Ayvalık merkezinde tipik Rum mimari yapı özelliklerine evleri görmek mümkün. Evlerin özellikle kapılarına, alınlıklarına, kapı tokmaklarına ve pencelere baktığınızda tahta ve taş işçiliğinin en güzel örneklerini görebiliyorsunuz. Sahil kısmından içeriye doğru biraz daha ilerleyince eski kilise (Agios Yorgis) yeni camii olan Çınarlı Camii'ne geliyoruz. Bir de mimari açıdan görülmesi gereken diğer bir
camii, Saatli camii imiş ama zaman kısıtlı olduğu için biz göremeden döndük.

Çınarlı Camii iç kısmı

Zeytinyağının memleketinde bir zeytin imalathanesi görmeden ayrılmak olmazdı. Buralara uğrarsanız mutlaka yerli yapım zeytinyağı ve zeytin alın..

Cunda adası

Ayvalık merkezindeki kısa turdan sonra Cunda adasına geçtik. Eskiden yalnızca deniz yolu ile ulaşılabilen adaya, günümüzde Lale yarımadası ile Cunda adası arasında yapılmış,Türkiye’nin ilk boğaz köprüsünden de adaya ulaşılabiliyor.
Adanın birden fazla ismi var;
Piri Reis’in 1513 yılında yazdığı “Kitab-ı Bahriye” sinde yöre adalarından Yunt Adaları olarak bahsedilmekteymiş. Piri Reis, adaların üzerinde başıboş gezen eşek, at ve kısraklardan esinlenerek bölgedeki adalara Yunt Adaları ismini vermiş olduğu tahmin edilmekte. 1862'de belediye olan Yunda için hazırlanan belediye mühürünün etrafında Yunanca "Moshonisia Belediyesi, ortasında ise Osmanlıca olarak “Daire-i Belediye Cezire-i Yunda” yazmaktaymış. Daha sonraları mührün ortasındaki Osmanlıca yazının yanlış okunması sonucu “Cunda” sözcüğü ortaya çıkmıştır. Adanın Rumlar tarafından kullanılan adı, Rumca "kokulu ada" anlamına gelen Moshinos.
Cunda ve Ayvalık 29 Mayıs 1919 da Yunan ordusu tarafından işgal edildiğinde. İşgale 172. Alay Komutanı Kaymakam Ali Bey (Atatürk’ün Nutukta belirttiği Afyonkarahisar mebusu Ali Çetinkaya) karşı koymuş ve ilk kurşunu sıkmış. Bu nedenle Cumhuriyet döneminde adaya Alibey Adası ismi verilmiş.

Burada ilk ziyaret ettiğimiz yer, Taksiyarhis kilisesi, daha doğrusu kilisenin bahçesi.. Kilisenin iç kısmının harabiyeti nedeniyle kapıya kilit vurulmuş. Geldiğime ama içine giremediğime pişmanmıyım ? Değilim tabiki.. Taksiyarhis kilisesi ile aynı bahçeye açılan, bir zamanlar Bir İstanbul Masalı dizisinin bazı sahnelerinin çekildiği pansiyonun önünde resim çekilmiş oldum. Başım göğe erdi.
Taksiyarhis kilisesinin dış görünümü


1873’de inşaa edilen kilise bir rivayete göre o dönemde dünyadaki Ortodoks kiliselerinin zeytin, zeytinyağı ve sabun ihtiyacını karşılamaktaymış. Çocukluğumda buraya geldiğimde kilisenin içini görme şansım olmuştu ve o yıkık dökük manzarayı gördüğümde hayal kırıklığına uğramıştım ama şimdi yeniden aynı manzarayı görsem zerre kadar şaşırmam. Ne yazık ki bu memlekette yaşayan insanların bir kısmı, burasının eski bir mabed olduğunu, bu yapının bir eşinin benzerinin daha olmadığını çoktan unutmuşlar ve her nekadar Türkler tarafından inşaa edilmese de bu yapıların BİZİM milli değerlerimiz olduğu bilincine sahip değiller. Bu yüzden böyle bir manzara artık beni şaşırtmıyor. Bir zamanlar kilisenin duvarlarında Hz İsa’nın doğumundan ölümüne kadar anlatan resimler , balık derisi üzerine yapılmış azize portreleri varmış ama hepsi çalınmış.
Yakın zamanda çıkan bir haberde, Yunanistan'ın Midilli adasındaki Yeni Camii'nin, Türkiye'nin ise Taksiyarhis kilisesinin restorasyonunu üstleneceğine dair bir proje imzalandığı bildirilmişti.

Kiliseni çanı, denildiğine göre, Almanya'nın Köln şehrindeki dünyanın en büyük çanı olduğu söylenen çandan daha büyük ve ağırmış. II. Dünya Savaşı'nın yaklaştığı dönemde, 1936'da yerinden çıkarlarak Ayvalık'a İlk kurşun tepesine getirilmiş. Savaş halinde alarm bu çan ile verilecekmiş. Çan daha sonraları Ayvalık'ta müze bulunmadığından, Bergama Müzesine gönderilmiş.

Bir de papalina var tabii, yöreye özgü bir balık, eskiden rakı mezesi olarak yenilirmiş. Biz tadına baktık mı, evet sanırsam baktırdılar; tekne turunda menüde papalina vardı. Önce minik bir balık ikram edildi, tadı güzeldi gerçekten ama sonradan boyut olarak biraz daha büyük başka cins bir balık getirdiler, pek tatsız tutsuz bişeydi. Umarım ilk getirdikleri papalinadır..
Cunda adasında bizi kısa süreliğine özgür bıraktılar, bu arada Avalık tostunun ve sakızlı dondurmanın tadına bakmayı da ihmal etmedik. Küçük boyutlu gezimizde Cunda'nın dar ve taş kaldırımlı sokaklarında gezdik, gül kurusu rengindeki sarımsak taşından yapılmış eski rum evlerini de görmüş olduk.

Sağda bir Cunda evi, solda sarımsak taşından yapılmış duvar süslemesi


Sırada tekne gezisinde idi.
Ta ki teknemiz yüzme molası için küçük bir adanın koyunda demir atana kadar herşey yolunda idi. Dibi tertemiz görülebilen denizi görünce dayanamayıp kendimizi sulara attık. O an bana adanın sahili pek yakın görünmüştü. Bir sahil yapıp gelelim dedik ama demez olaydık. Kıştan kalma hamlık da var tabii nasıl sahile varabildiğimi bilemiyorum. Sahildeki kayalara çıkarken can havli ile dizlerimi çarpıp kanattığımı bile farketmemişim. Sahildeki kayaların tepesinde bizden başka bir tane daha kazazede vardı, arkadaş da buraya zorlukla gelmiş ve hala panik içerisinde idi. Kayalıklarda tam bir trajikomedi yaşadık diyebilirim; bir yandan biz onu geri dönmek için ikna etmeye çalışıyoruz, bir yandan da o bırakıp gitmeyelim diye bizi ikna etmeye çalışıyor.Teknenin kıyıya daha fazla yanaşamayacağı bir gerçek. Bu gerçeği kabüllenip bir şekilde tekneye geri dönmeyi başardık ama aynı gün ikinci defa verilen yüzme molasında denize ayağımı bile sokmadım. Diğer arkadaşımız mı? O kayalıklardaki yaşadığı travmayı çoktaaaan unutmuş, yine kendini mavi sulara bırakmıştı ama bu defa en azından teknenin çevresinden ayrılmıyordu.
Tekne turundan sonra ilk durağımız Meşhur Şeytan sofrası idi. Şeytan sofrası, lavların birikimi ve taşlaşması sonucu oluşan en üst kısmı düz, yuvarlak bir sofrayı andıran bir yer. Şeytan sofrasından Ayvalık adalarının manzarasını görünce kendimi kaybetmişim. Hemen her köşeden fotoğraf çekmiş olabilirim. Kişisel fotoğraf çekimi için farkında olmadan hep aynı kişilerden ricada bulunmuş olmalıyız ki, artık bizi gördüklerinde, daha biz birşey söylemeden, " hangi köşeden alalım, böyle iyi mi" gibi sorulara maruz kalıyorduk.
Kafes içine alınmış ayak izi şeklinde bir de yer şekli var, buna da "şeytanın ayak izi" diye bir tabela koymuşlar.
Şeytan sofrasından Ayvalık adalarının panoroması muhteşem, bu muhteşem manzarayı kendime saklayacak değildim yaa..

Güneşin batışı yaklaştıkça Şeytan sofrasında muazzam bir kalabalık oluşuyor, oturacak tek bir taş üstü bulamıyorsunuz, neden mi burdan güneş bir başka batıyor da ondan..


Bu eşsiz güzelliği gören değerli hikayeci ve romancılarımızdan Muzaffer Hacıhasanoğlu şu dizeleri yazmış:

"Şeytan en güzel yerde kurmuş sofrasını,
İçmiş şarabın eskisini, yemiş meyvelerin hasını.

Kadınlar bırakın ellerinizden oyaları!
Doğa, maviyle, yeşille işlemiş en âlasını.

Penelope bir örüp bir söküyor;
Büyüyor, büyüyor beklerken kocasını.

Aphrodite burdan mı girmiş denize?
Şeytan kesinkes okşamıştır kalçasını.

Kaz dağı’ndan esen yel Trova’dan ses verir
Şeytan Sofrası’nda dinler insanlığın yasını."


1 yorum:

Adsız dedi ki...

ayvalık okadar güzelki askerlıgımı orda yapmak benım için çok büyük bir sanstı