10 Kasım 2007 Cumartesi

Haziran'da üşümek mi istiyorsunuz, buyrun Serindere Kanyonu'na..

Haziran 2007..

Bir pazar sabahı.. Öğlene kadar uyumak yok, sabahtan akşama gezmek var, günü yaklamak var..

Daha gün ışımadan kalkıp klasik güzergahımızın yolunu tutuyoruz, İncirli Boyner Mağazasının önünün benim için bu kadar özel bir yer olacağını 1 yıl önce kesinlikle tahmin edemezdim.. Ne tuhaf.. Yolculuk, kimisine göre stres, kimine göre de serüven.. Kalabalık bir gezi ekibi beklerken, nerdeyse yarısı rehberimiz Cevdet Bey'in akrabalarından oluşan küçük bir grupla karşılaşıyoruz. Sonradan öğrendim, bir grup kişi son anda rezervasyonlarını iptal ettirdiği için turun gerçekleşip gerçekleşmeyeceği bir muammaymış. Ve insiyatif kullanılarak (muhtemelen zararına olduğu sanıyorum) turun gerçekleştirilmesine karar verilmiş.
İstanbul sınırlarını aştık aşmasına ama hala bir uyku hali var üstümüzde, enerji dolu bir gün için gerekli olan ilk şartı yerine getirmemiz lazım, sıkı bir kahvaltı yapmamız lazım, çay içmemiz lazım..

Tavşanlı Köyü ilk durağımız. Kahvaltımız açık büfe, köyün camisinin önünde, üstü asma yapraklarıyla örtülmüş çay bahçesi, grubumuzun ilk defa yüzyüze bir araya geldiği mekan.
Kahvaltının hazırlanması da toplanması da imece usulü.
Kahvaltıdan sonra tekrar yola koyuluyoruz, hedefde Kullar ilçesine bağlı Serindere Köyü var. Ama bir yol ayrımında tabela karışıklığı mı yaşandı ne, kendimizi Yuvacık'da buluveriyoruz. Kimse halinden şikayetçi değil, memleketimizin güzide beldelerini yanlışlıkla da olsa görme fırsatım oldu ya, için için seviniyorum bile. "Ehh elbette eninde sonunda yol, Serindere'ye çıkar bir yerlerden" diyerek, biraz çevredekilerin yönlendirmesi, biraz da rehberimizin iç güdüleri ile doğru yolu buluyoruz.

Serindere kanyon girişine doğru ilerlerken yol kenarında buluyoruz teyzeyi, kavucu sıcakta köyüne kadar yürümesine kimsenin gönlü razı olmuyor, gerçi o sıcağa karşı kendince bazı önlenlemler almış ama..

İçinde yürümeyi planladığımız kanyona giriş yeri seçimini gruba bırakıyor rehberimiz, önce derenin girişindeki elektrik santraline su taşıyan boru için inşaa edilmiş bir tünelden geçmeye karar veriliyor, tünelin iç kısmı gün ışığı almıyor, oldukça karanlık, ışık kaynağı şart.


Yapay mapay ama mağara ortamı yaşıyacağız ya ışık kaynağı olanları grubun arasına serpiştirip dalıyoruz tünelin ağzından. Tünelin ortasındaki su borusuna takılıp düşmeden, kafamızı sağa sola çarpmadan, nihayetinde gün yüzüne çıkıyoruz, maden ocağında çalışanlardan biraz daha akça pakçayız .

Kavurucu sıcakta hafif esen yel artık bize yetmiyor, dereye, suya kavuşmamız lazım bir an önce..

Tünelden sonraki patika yol bizi Serindere ile birleşecek olan başka bir dereye götürüyor ve işte suyla tenimizin ilk temas ettiği yer..

Dereye ilk defa ayağımı sokmak zorunda kaldığım anı çok iyi hatırlıyorum, kısa müddet ayaklarımı hissetmedim, sonra bir uyuşma ve dayanılmaz bir ağrı.. Malum dolaşım sistemi soğuktan şapşallaşmış. Neyse, kısa sürede alıştım soğuk suya, sanki alışmaktan başka çarem varmış gibi..
Yandaki patikayı farketmeyip suya dalan, artık günün kahramanları mı desek, şaşkınları mı bilemiyorum..

Kah dere kenarında bulduğumuz taşlık alanlardan, kah suyun içine dalarak yola devam ediyoruz.


Muzip içses: Düşüyor gibi yapsam, yardıma gelen olur mu acaba?

Mantıklı içses: Hadi ordan, ne yardımı! Gülen birinin düştüğüne kim inanır!


Atlaya zıplaya, kaya düşe final noktasına yaklaştığımızı, sık sık arkasına dönüp bizi yoklayan rehberimizin ortadan kaybolmasından anlayıveriyoruz.

Bir kaya tırmanışı sonrası, bir gölcüğün önünde buluyorum kendimi..

Burası cenneten bir parça olmalı.. Aaa, o da ne! Cennete bizden önce ayak basanlar var. Bizden önce gelen bir gezi grubu göletin bir kenarında sessiz sedasız oturuyor. Bir kaç gülen yüzün haricindeki genel ifade; "Lanet olsun, burda ne işim var benim!" Belli ki kanyon onları çok bezdirmiş. Gene de böyle bir doğa harikasının yanıbaşında, üstelik de mangaldaki sucukları oldu olacak, asık yüzlerle oturmak olur mu! "Bu ne yaman çelişki" diyesi geliyor insanın..
Herkes gölcükte yüzeriz umudu ile hazırlıklı gelmiş ama ilk girenlerin mutluluktan değil de soğuktan sırıttığı anlaşılınca, birden gölcük kenarına çekilenlerin sayısı artıveriyor.

Sabah ayaklarımda yaşadığım felç tehlikesini hatırlayınca neme lazım deyip oturdum yerime, ama "keşke girseydim" diyorum şimdi, o suya girip çıkan biri, aynı parkuru 2 defa daha gider gelirdi..
Diğer grubun mangalla işi bitince, ikinci bir ateş yakılmaktansa onların ateşi ile ızgara sucuk olayı başlatılıyor. Cevdet Bey'in ve Murat Bey'in katkılarıyla leziz bir ziyafet sunuluyor.

Kendimi doğa ortamında tanıyamıyorum, bu obur insan ben miyim Allahım! Normal şartlarda bitiremeyeceğim miktarın iki katını kıtlıktan çıkmış gibi yeyip hala kendimi aç hissediyorsam, bu benim suçum mu yoksa doğanın mı!
Karşı taraftaki grubun şapur şupur karpuz yemelerine nasıl baktıysak artık, rehberleri elindeki karpuzu işaret ederek, “merak etmeyin size de vereceğiz” diye sesleniyor. Tamam, duygu sömürüsühoş bir şey değil ama kötü mü oldu, hiç hesapta yokken menüye bir de karpuz eklendi. Bu suyun başında karpuz gitmez mi hiç!
Mola verdiğimiz yer, o kadar az güneş alıyor ki bazılarımız ciddi ciddi üşümeye başlıyor. Hava durumu verilerine göre bugünün İstanbul'da hava sıcaklığının mevsim normallerinin üstüne çıktığı ilk gün olduğuna kim inanır ki!

Sucuk ekmekler, helvalar ve karpuzlar yenilip yutuluyor, biraz gevezelik de ediliyor, rehberimizin yeğenleri, gidemediğim, içimde kocaman bir özlem olan Karadeniz yaylalarından bahsediyor, ben de iç geçiriyorum.

Dönüşümüz gelişimize göre sanki çok daha kolay oldu, kanyoning olayını kıvırdık mı ne!
Günün sonunda çıkardığım çok değerli bir sonuç var, kanyon yürüyüşlerine çıkacak bizim gibi acemilerin kulağına da küpe olsun! “Belinize kadar suya girmek zorunda kalacağınızı bilseniz de asla suyun içindeki büyük taşlara basmayın!” Bunu öğrenmek için az kurban vermedik bugün.
Dönüş yolunda kanyonun en dar bölgesinden geçerken yukarıdan taş yuvarlanıyor hissi uyandıran sesler gelince biraz panik durumu yaşıyoruz, hepimiz kanyon duvarlarının en dibinde tek sıra halinde donmuş vaziyetteyiz, sesler kesilene kadar bekliyoruz. Isının genleşmesi ile taşların yerinden oynaması beklenen bir durum tabii ama şahsen arkamdan "rahmetli, yürürken kafasına taş düştü" denmesi çok da hoşuma gitmezdi.

Allah'ın sopası yok ki! Hani macera istiyordunuz, alın size heyecan, alın size adrenalin!
İlk başladığımız noktadayız yine, yorgun savaşçılar hasretle bir yudum çaylarını beklerken..

Ve en son durağımız kanyonun az yukarısındaki bir köy mahallesi ve kiraz ağaçları.. Ekolojik kiraz bulmuşuz ya, yemeden olmaz.

Ve makineme son takılan manzaralar..
Yağmur bulutları bize yetişemeden kanyondan çıkmışız.

Daha önce başka gruplarla da bir yerlere gitmiştik ama açıkçası sadece gittiğiniz yerin çekiciliği, o geziden zevk almanız için yetmiyormuş, grubun size kattığı pozitif enerji aldığınız zevki ikiye katlıyormuş, bu geziyle bunu öğrendim..

Gezi esnasında tanıştığım Feza Hanım’ın Sansarak Kanyonu yürüyüşü sonrası ortaya çıkan yeni yürüyüş şeklini gösterdiğinde gülmemeliymişim, 1 hafta boyunca işyerinde, yürüyüşüm taklit edilince hatamı daha iyi idrak ettim. Neymiş, kollarımı geriye doğru atsam tam mahallenin bitirim delikanlısı olurmuşum..

Sevgili rehberimiz Cevdet Bey'in önümüze çıkan her yabani hayvan frene basıp heyecanımıza ortak olduğu, şu saatte mutlaka hareket etmeliyiz gibi saat sınırları koymadığı için, kendimizi aileden biriymiş gibi hissettirdiği için, kısacası profesyonel rehber olduğu halde amatör gezgin ruhunu taşıdığı için başta Cevdet Bey’e , oflamadan şöförlüğümüzün büyük kısmını yapan Ülkü Hanım'a ve Tamzara Tur’a binlerce teşekkürler..

Sarı kantaronlar da tüm okuyanlara armağan olsun, ekstresi kadar görünümü de anti-stres etkiye sahip değil mi sizce ?



Hiç yorum yok: