9 Kasım 2007 Cuma

Neron'un sayfiyesine yolculuk, Kıyıköy..

13.05.2007..

Sabah erken çıkılacağından tüm hazırlıkları akşamdan yapıyoruz. Sabah saat 6:30'da Bakırköy İncirli'de olmamız gerekiyor. Zar zor uyanıp rutin işlerle uğraşırken farkediyorum, fazlaca erken kalktığımı, "bu işte bir terslik var" diyorum ama gene de dişimi fırçalamaya devam ediyorum. Eşim kapıyı aralayıp "hayırdır?" deyip çekiliyor. Ben de kafam hala allak pullak, "sen hala hazırlanmadın mı?" Cevap yok, çoktan uykuya geri geçmiş. Planlanan zamandan yarım saat öncesine saati kurduğumu farkettiğimde artık çok geç.. Doğal olarak biraz da erkence varıyoruz bekleyeceğimiz yere. Taksiden inerken eşim cep telefonunu koltuğa düşürüyor ama farkında değil, usulca alıp çantama atıyorum telefonu. "Eyvah, telefonumu takside unuttum" feryadı kopmasını uzun süre bekliyorum ama tık yok Gezi rehberini araması konusunda ısrar etmeye başlıyorum. Baktım ki hala cep telefonunu arama girişimi yok, dayanamayıp soruyorum, senin cebin nerde diye. Off be kardeşim bizim halimiz nice olur böyle.. Birisi saati yarım saat erken kurar dalgınlıkla, birisi cep telefonunu takside unutur, Allah'ım bugün sen bize mukayyet ol diye dua ediyorum içimden.Bizim gibi tur otosu bekleyen bir kaç kişi daha var, her yanaşan dolmuşa koşuyoruz. En sonunda biri tutuyor. En arkada kalan 5'li koltuklara yerleştikten sonra dalgın dalgın etrafa bakarken bir kamera ile gözgöze geliyorum. O da ne! Çekim ekibi. Herhalde tur şirketi reklam olarak kullanacak diye geçiriyorum içimden.
Çayır çimen geze geze oyyy... varıyoruz Kıyıköy ellerine..Sonradan isminin Kazandere olduğunu öğrendiğim dere yakınlarında dolmuşumuz bizi boşaltıyor. Rehberimiz T. Bey dere boyunca yürüyeceğimizi sonra da derenin karşı tarafından geri döneceğimizi anlatıyor. Başlıyoruz gıydır gıydır yürümeye.. Şehir içinde vitrin gezmek gibi ama buradaki vitrinler daha renkli. Kameraman arkadaş pek faal, bir telaş kamerayla bir önümüze dolanıyor, bir sağı solu çekiyor, biz de öyle izci ekibi disiplinini bırakmadan ilerliyoruz.

Arada prodüktör grubun önüne geçiyor, grubu durduruyor. Okul bandosu edasıyla durup, öğretmenimizin pardon prodüktörümüzün "yürüyün" komutunu bekliyoruz. "Kamera çekime hazır, yürüyebilirsiniz. Yandan geçelim lütfen!" , "T. Bey siz grup lideri olarak kısa kısa geldiğimiz yer, rota hakkında bir şeyler söyleyebilir misiniz?"..
Bizi ilk durduran vahşi doğa olayı bir yılanın karşıdan karşıya geçişi oluyor, grupta herkes ne kadar alışkın böyle manzaralara, bir iki çığlık sonrası, herkes fotoğraf makinesine saldırıyor. Hayvancağız ürkmüş olmalı ki kaskatı kesilmiş, yerinden milim oynamıyor. Bu mevsim malum yılanların yumurtlama mevsimi ve bu faaliyetlerini de genellikle su kenarlarında gerçekleştiriyorlar.

Dilimiz damağımıza yapışmış yürümeye devam ederken taş bina silüetleri görünmeye başladı. Hey be medeniyet be! Su bulacaz be! diye için için sessiz çığlıklar atarken buranın terkedilmiş bir yapı silsilesi olduğunu farkediyoruz ama bir şey daha farkediyoruz, yapının önünde bir sebil Değirmendere çeşmesi, yapana hayır duamızı edip kana kana su içiyoruz.

Bir yanımızda durgun , nilüferlerle kaplı bir dere, bir yanımızda uzun otlarla kaplı çayırlık, ve arka planda kurbağa sesleri, kuş cıvıltıları..


Bir ara mola verildiğinde ekibin yapımcısı olduğunu sonradan öğrendiğim şahıs kurban seçilerek dereye doğru uzanan bir ağacın dallarına çıkması isteniyor, çekim yapacaz ya, sanat için herşeye değer..

Yönetmen: Git, git, uca kadar git!
Kurban: Ama Z. Hanım, bu dal pek sağlam görünmüyor.
Yönetmen: Bak, altındaki dala in, oraya ayaklarını bas.
Kurban: Altımdaki dalın benden uzaklığı karşıdan göründüğü gibi değil.

Velhasıl kazasız belasız, dalları çürümüş ağaca tırmanış sahnesi tamamlandı.
O esnada kameramana biri dönüp soruyor;

Abi kamera kaç kilo?

Birileri de konuşmaya mecali kalmamış kameramının yerine yine bir soruyla araya giriyor;
Yürüyüşün başındaki ağrılığını mı yoksa şimdiki ağrılığını mı soruyorsun?
Kazandere

Dere tep düz gittik gene gele gele başladığımız noktaya geldik ama bu defaki açlığımızın türü faklıydı, doğaya açlık kısmen doyurulmuş, karın açlığımız avaz avaz bağrınıyor. Daha önce de mangal yapılan bir yere yerleşiyoruz.

Mangalda sucuk imece usulü ile hazırlanıp bize sunuluyor. Kişi başı bir ekmek düşüyor, önce yok ben yiyemem diye mırın kırın ediyorum. Yarım ekmeği bitirince biraz önce mızıkçılık yapan ben değilmişim gibi arsızca bir yarım ekmek daha arayışına giriyorum. Sucuklara zaten diyecek lafım yok ama en güzeli mangalde tahin helvası idi..
Karnımız doydu, gözümüz yolda. Biraz oyalanıp ateşimizin söndüğünden emin olup tekrar yola koyuluyoruz. Yine Kazan deresi boyunca ama sabahki istikametin tersi yönünde patika yoldan yürüyüşe devam ediyoruz. Ve en sonunda sazlıkların arasından deniz ve Kıyıköy görünüyor.
Kıyıköy'e girerken
Biz rüzgardan yürümekte güçlük çekerken plajda insan silüetleri de göze çarpıyor. İnsanoğlunun deniz sevdası havayı pek takmıyor.

Limanı çepe çevre dolaşıp, doğal basamak görünümü almış kayalıklardan fenere çıkıyoruz önce.

Fener'in hemen aşağısındaki yarık nedense bana Akdeniz bölgesinin yer şekillerini anımsatıyor.

Fener'den limanın muhteşem manzarasını seyretmek için bol bol da zamanımız oluyor televizyoncular sayesinde.

TV ekibi, dur kalk sistemli yeni bir treking türü oluşumuna ön ayak oluyorlar. Basın geride kaldı, bekle bakalım. Basın göründü yola devam.. :))

Kıyıköyün iç mahallelerine girmeden , Yakamoz Restoranın arkasından köyün dış sınırlarını takip ederek falezler boyu ilerliyoruz. İçimden " Kral Neron, burayı boşuna sayfiye yeri olarak seçmememiş" diye geçiriyorum. Köyün denize hakimiyeti mükemmel. Pabuç ve Kazan Derelerinin tam ortasında yarım ada konumundaki yüksek arazide oturtulmuş köy.

Rüzgarın karşı direncine yürürken, bir yandan 1 metre sağımdaki uçurumdan denizi gözlüyorum, bir yandan fotoğraf çekme çabası içindeyim, bir elimle de şapkamı rüzgarın ısrarlı ellerinden korumaya çalışıyorum.
Pabuç deresi, denize ağız varmeden önce bir S şekli çiziyor, denize dökülmeden önce alüvyonlardan oluşmuş bir kumsal ortaya çıkmış. Yukarıdan kumsala ve Pabuçdere'ye bakarken nerede oturup akşam çayımızı içelim başlıklı mini oturumu yapıyoruz. Daha önce gelindiğinde dere kıyısındaki bir tesisde mola verilmiş, adını hatırlayamıyorum. Bu defa köy içinde, Pabuç deresinin estetik kıvrımına hakim bir manzarası olan bir çay bahçesi seçiliyor. Herkesde tatlı bir yorgunluk var, sıcak çaylar çok iyi geliyor.. Pabuç deresinin estetik görüntüsüne doyulmuyor ama bir yandan da köyün hemen aşağısındaki Aya Nikola Manastırını gün yüzünde görme telaşımız var.

Çay bahçesinin hemen yanı başında, köyün giriş kapısı konumundaki ünlü Neron kapısından geçip, dereye aşağı salıveriyoruz kendimizi. Çevrede keçi koyun sürüleri ve devane kangallar da olduğu için pek gruptan kopmak da işime gelmiyor.

Ve manastırdayız, daha önce arkeoloji eğitimi almış bir arkadaşımız bize hangi bölmenin ne olduğu konusunda biraz bilgilendiriyor. Manastır az biraz temizlik ve tadilat görmüş gibi yıllara dayanamadığı oluşan büyük gediklerden belli. Arka taraflarda rahiplerin hücreleri ve kanlı havuz dedikleri bölme var ama ışık kaynağı olmaksızın buralarda dolanmak, önünüze ne çıkacağı belli olmadığından biraz riskli..

Kayalarin oyulmasiyla olusturulmus manastirın VI. yy Justinyen ait olduğu sanılmakta. Kanli havuz diye adlandirilan bolumde Hiristiyan din adamlarinca suçlu bulunan kimseler, bogularak öldürülüyormuş, söylence işte..

Gün boyu yapılan çekimlerden kırpıla kırpıla kalan dakikalarla sınırlı bir kısım programda sunulacak. Kral TV'de Karakalem diye bir programda yayınlanacakmış. İki defa verilmesine rağmen ben kaçırdım Manastır görümlüğe çıkan en son mekan oluyor ve bacaklarımızda yorgunluk, ruhumuzda dinginlikle Kıyıköy'den ayrılıyoruz.
Dönüşte Bahçeköy'de manda yoğurdu ve manda peyniri almak üzere son molamızı veriyoruz. Ne rağbet varmış bu yoruğurda, son kalan yoğurtları da grubumuz topluyor ve yola düşüyoruz.



Hiç yorum yok: