22 Temmuz 2007
Yerebatan Sarnıcının mistik atmosferini istemeye istemeye terk ediyoruz. Ayaklarımız yeniden bizi hipodroma doğru çekiyor. Sarnıçdan çıkıp Divanyolu’na doğru döndüğümüzde kısa bir mola veriyoruz.
Sarnıcın hemen üstünde tuğla karışımı yapı, uzaklardan İstanbul’a gelen suyun basıncını ve yüksekliğini ayarlayan su terazilerinden, hemen önünde yolun karşısına geçmeden önce dünyanın merkezinde olma ayrıcalığının zevkini yaşıyoruz. Bilindiği gibi Milion Taşı, Doğu Roma’nın başkenti Konstantinopolis ‘in kentin içine yayılan geniş yollarının başlangıç noktasıdır.
Yerebatan Sarnıcının mistik atmosferini istemeye istemeye terk ediyoruz. Ayaklarımız yeniden bizi hipodroma doğru çekiyor. Sarnıçdan çıkıp Divanyolu’na doğru döndüğümüzde kısa bir mola veriyoruz.
Sarnıcın hemen üstünde tuğla karışımı yapı, uzaklardan İstanbul’a gelen suyun basıncını ve yüksekliğini ayarlayan su terazilerinden, hemen önünde yolun karşısına geçmeden önce dünyanın merkezinde olma ayrıcalığının zevkini yaşıyoruz. Bilindiği gibi Milion Taşı, Doğu Roma’nın başkenti Konstantinopolis ‘in kentin içine yayılan geniş yollarının başlangıç noktasıdır.

Yola çıkacaklar, önce bu taşın bulunduğu yere uğruyor, oradaki kayıtlardan gidecekleri şehrin kuş uçuşu kaç mil tuttuğunu ve hangi güzergâhtan gitmeleri gerektiğini belleyip yollarına öyle koyuluyorlardı. Anlayacağınız, bir tür ‘yol haritası’ işlevini görüyordu mil taşları.

Milion taşının hemen yanında musluğu sökülmüş mermer çeşme kaderine terkedilmiş, bu mil taşı kadar o da ilgiyi hak ediyor ama çeşme hakkında Latin harfleriyle bilgi veren en ufak bir levhaya rastlayamıyoruz.

Sultanahmet Camii’nde namaz vakti olduğu için hipodromdaki dikilitaşlara yöneliyorum. Güneş tepede, fotoğraf çekmek pek de zevk vermiyor, bir süre çimenlere oturup güvercinleri seyrediyorum. At seslerini, yeniçerilerin isyan naralarını duymaya çalışıyorum.

Osmanlı döneminde ise hipodrom artık at yarışlarının yapıldığı bir yer olmaktan çıkmış, pek çok şenliğe ( özellikle padişah çocuklarının sünnet düğünleri), siyasi olaya ve ayaklanmalara mekan olmuştur.
Spina kısmında görülen eserler hemen herkesin dikkatini çekecek kadar bir heybetle hala dimdik ayakta dururlar.
Bunların en ünlüsü Obelisk (Mısır Dikilitaşı) , Teb kentindeki Luksor Tapınağının girişindeki iki büyük sütundan biriydi. Birinci Teodosius döneminde getirtilse de yerine hemen dikilemedi. Yıllarca sahilde kum üzerinde yattıktan sonra şimdiki yerine getirilebilmesi için araya demirden bir yol yapıldı. Şimdiki yerine dikilmesi 31 gün sürdü.

Taşın 30 metrelik yüksekliği orijinal değildir, taşın alt kısımları kopmuştur, bunu alt hizadaki hiyeroglif yazıların birden kesilmesinden anlayabiliriz.
Alttaki kaidede Bizans imparatorlarının locada dizilmiş , törenleri seyrederken betimlenmiş mermer kabartmaları vardır.



Sütunları oldukları yerde bırakıp Ayasofya’ya doğru yürüdüğümüzde görkemli bir çeşmeyle karşılaşırız. Alman ve Osmanlı üsluplarının karışımı olan bu çeşme Alman İmparatoru 2. Wilhelm’in Almanya’da yaptırıp burada monte ettirdiği eserdir.

Kaynaklar:
1- İstanbul'dan Sayfalar (İlber Ortaylı)
2- İstanbul'u Geziyorum, Gözlerim Açık (Haldun Hürel)
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder