26 Mart 2009 Perşembe

Doğu Karadeniz 2007 (Black Sea Region Journey 2007) - Zilkale (Zil Castle), Palovit Şelalesi (Palovit Waterfall), Fırtına Deresi (Firtina River)

06.09.2007

Bugün yürüyüşün az, görselliğin bol olduğu bir gün bizi bekliyor. Sabah en fazla sevindiğim şey, Sema’yı kapının önünde hazır bir şekilde bekliyor görmek. Çok şükür bugün serenad faslı yok, tüm enerjimizi raftinge verebileceğiz. Ama dünden bugüne değişmeyen hala bişeyler var; Nilgün’le Volkan’ın yine güneş kremi yok, gene sağda solda boynu bükük dolaşıp duruyorlar, kendini kremleyen vatandaşların yüzüne mazlum mazlum bakıyorlar, biliyorlar ki bu eninde sonunda işe yarıyor.
Ama neyseki aramızda hayırseven çok da bir gün olsun aç açıkta bırakmadık arkadaşlarımızı, bir gün birimiz tuttu şapkasını verdi, birimiz güneş kremini paylaştı. Bu bavullarının yarısını evde bırakan çifte el altında daha ne yardımlar yapıldı da burada saymaya kalksam sayfalar yetmez.

Bu defa Çamlıhemşin yönünden çıkıyoruz Ayder’den.

Çamlıhemşin’de ihtiyaç molasında kimi hediyelik eşya peşinde kimisi, DVD, CD, makine pili kimi de hala umutlu, güneş kremi arıyor. Serender maketlerine bayılıyorum azıcık büyükçeler, hediyelik 3-4 tane almaya kalksam uçağa almazlar.
Çamlıhemşin’den Çal Vadisi yönünde geri dönüyoruz. Yol, fırtına deresine paralel ilerliyor. Yol üstünde civarın en eski taş köprüsü olduğu söylenilen Şenyuva köprüsünü (1696) yakından görmek için duruyoruz. Köprü mimari olarak her yönden o kadar estetik ki , bir tek altına girip tabanını kareye almadım sanırım. Bu arada vadi yamaçlarındaki ahşap evleri mi seyredeyim , Fırtına Deresini mi şaşırıyorum. Her yer öyle yeşil öyle canlı ki..
Yol bizi Zilkale’ye getiriyor. Zilkale'yi karşıdan gören bir bölgede fotoğraf molası veriliyor ama ters ışıkda kale bitki örtüsüne kamufle olduğundan az daha kaleyi görmeden arabaya geri biniyordum.
Zilkale , diğer adıyla Kale-i Zir pek çok medeniyetçe kullanılmış şimdiye kadar.
Kale Fırtına deresinden 100 m, denizden 750 metre yükseklikte konumlanmış. Trabzon İmparatorluğu döneminde ya bizzat Komnenoslar ya da İmparatorluğa bağlı yerli Lordlar (mesela Zil Kale için Hemşin Lord’u Arhakel) tarafından yapıldığı tahmin etmekte. Dış orta ve dış kaleden oluşan kale restorasyon sonrası her tarafı gezilebilir hale getirilmiş ama duvarların dereden yüksekliği düşünülünce her noktasına ayrı ayrı gezmek biraz yükseklik korkusundan arınmış bir ruh hali gerektiriyor.

Bir tarihi mekanı gezerken neden insanlar birbirine bu kadar yakın durma zorunluluğu hisseder ki, yandaki 100 metrelik uçurumla ilgili olabilir mi acaba?
Sabah koşusu için çok da uygun bir yer değil ama insan bir kere genç olmaya görsün, uçurumu muçurumu takmıyor :)

Bu arkadaş, bir ara boş bulunup duvarın karşı tarafına atlayarak geçmiş, şimdi öyle gamsız bir imaj çizdiğine hiç bakmayın, karşıya nasıl yeniden geçeceğini düşünüyor kara kara. :))


Burası da tabii stüdyo. Bu fotoğrafımız başka sitelerde de görürseniz hiç şaşırmayın, bu pozumuzu yakalamak için uzun uzun kuyruklar oluştuğunu hatırlıyorum, ben kuyruğun en başında, Nesibe adında bir arkadaş'ın gönderdiğini yayınlıyorum :)

Zilkale’den sonra ünlü Palovit Şelalesine doğru yol alıyoruz. Belirli bir yerden sonra araç gidemiyor, iyi ki de gidemiyor, şırıl şırıl akan dere kenarında güneşin göz kırpmalarının refakatinde patika yolda ilerlerken kendimi gene tropik ormanlardaymışım sanıyorum.

Şelale karşısında konum belirlemeye çalışan fotoğraf meraklısı turistler..

20 dakikalık bir yürüyüşten sonra, sonunda şelale görünüyor, bembeyaz köpüklerin kucağında renkli bir kemer, harikulade bir ışık kırılması mı dersiniz, gökkuşağı mı.. yer yüzündeki cennet görüntülerinden biri.. Şelale 15 metre yüksekten akıyor, şelaleyi ancak belirli bir yükseklikten seyretme imkanımız var , dibinden zaten bu heybeti tümüyle kareye alamazdım, malum hala geniş açı objektif fakiriyim :)

Dönüşte arabayı parkettiğimiz yerde sucuklar da bir yandan ızgara için hazırlanıyor.

Hımm iki çeşit sucuk var, birisi biraz daha iyi görünüyor. İlk posta kaliteli sucuğu koyuyorlar mangala, kaçırmamak lazım, göletin yanına fotoğraf çekmeye sonra insem de olur.. İnanamıyorum, çok acıkmış olmalıyım, fotoğraf yerini ilk defa yemek sevdasına bırakıyor. :)

İnsanlar her ne kadar fotoğraf çekenleri "hayatın dışındakiler" olarak tanımlasa da halimizden memnunuz :) Hayatın içini ve hayatın içindekileri seyrederken..

Sucuklar hazırlanırken bir grup gölete atıyor kendini, şelalenin yaptığı akıntı rahat yüzmeyi engelliyor olsa gerek ki, önce belirli bir yerde kilitlenip kaldıklarını görüyorum. Bulunduğum yerden Volkan’ın göletteki halini izlerken takılmış video bandını izler gibiyim. Önce şelaleye doğru yüzüyor, sonra da şelalenin akıntısıyla yeniden geldiği yöne sürükleniyor. Bilmiyorum aynı sahne kaç defa tekerrür etti ama azmine hayran kaldım arkadaşımın. :)

Karınları doymuş, mutlu insanlar..

Gölette serinleme ve sucuk ekmeklerin ardından karpuz yeme faslından sonra yeniden yola düşüyoruz.

Yola çıkarken Nilgün gözlüğünü unuttuğunu fark ediyor ama gözlüğü bıraktığını sandığı yerde maalesef hiçbir şey bulamadan geri dönüyor. Nice sonra aynı yerde Volkan’ın yüzüğünü kaybettiğini de öğreniyoruz. Bir servet bırakmışız meğer bugün geride. Bavullarının yarısını evde unutup, diğer yarısını da burada boşaltmaya çalışan bu tatlı çiftin trajikomik durumu biraz bizi üzse de yola devam ediyoruz.

Yol üzerinde Konaklar Mahallesi varmış, mahalle biraz yamaçta kalıyor, konakları tek tek gezecek kadar vaktimiz yokmuş ne yazık ki. Vakti zamanında iş güç yokluğundan insanlar Rusya’ya çalışmak için gitmişler ve orada pastacılığı öğrenmişler, memlekete bir hayli servetle dönmüşler, denildiğine göre konaklarda kullanılan malzemelerin bir kısmı Rusya’dan getirtilmişmiş.

En yukarıdaki Taraklı Konağının bir de hikayesi var…

Evlerin hemen yanıbaşlarında aslen kiler olarak kullanılan ama dışarıdan daha çok bahçe süsü gibi duran bu evciklere de serender deniliyor, Karadeniz'e has bir mimari yapı.. Şimdilerde şehirde fonksiyonelliğinden çok görselliğin dolayı bahçe dekoru olarak kullanılıyor..

En son durağımız Fırtına Deresi, Dağ Raft tesisleri.. Akşamdan su sığ diye rafting yapmayız diye karar almışız, yanımızda yedek giyecek falan yok. Herkes kendine bir köşe bulacak, rafting yapacak diğer grup gelene kadar vakit geçireceğiz. Nesibe, rafting olayından biraz çekindiği için hiç sesini çıkarmıyor ama Sema aynı metaneti gösteremiyor, "neden yapmıyoruz rafting" diye ağladı ağlayacak. Nilgünse ondan geri kalır değil, küçük Emrah bakışları ile dolaşıp duruyor ortalıklarda..

Rafting süresince oyalacak birşeyler bulmuşlar bile..

Kıyamam ben onlara, Özkan’la çocukların haline daha fazla dayanamayıp fikrimizi değiştiriyoruz. "Rafting yapılacak" denildiğinde yüzlerindeki sevinci görmeliydiniz ama çığlıkları duymasanız da olur, biz duyduk, hala kulaklarım uğulduyor.
Şişme yelekler ve kasklar giyiliyor, lastik ayakkabılar maalesef herkesin ayağına yetecek kadar yok, kimimiz her iki ayağına da sağ giymiş, kimimizin iki ayak numarası farklı. :)

Bir kişi rafting konusunda bizi bilgilendiriyor, botta nasıl oturulması gerektiği, küreklerin nasıl tutulması gerektiği, komutların anlamı, emniyet kuralları.. vs.

Önce arkası açık bir kamyonete sıkış tepiş biniyoruz, botlarımız da ayrı bir kasada arkadan bizi takip ediyor. Rafting başlangıç noktasına geldiğimizde heyecan hat safhada. Malum su debisinin en az olduğu aylardayız, düşme riski minimal ama düşersek yaralanma riski çok fazla. Daha önce bottan düşmüş biri olarak çok rahatım aslında..

Botumuz 6 kişilik, rehber ayakta arkada bizi yönlendiriyor, botun takıldığı yerlerde bottan inip bota yön vererek çıkmaz yerlerden çıkmasını sağlıyor. Herkes gereğinden fazla enerjik, "mutlaka diğer iki botu geçmeliyiz, şampiyon biz olmalıyız!" savıyla çıkıyoruz yola, bağırmaktan ses tellerimiz kopma raddesine geliyor. Bir ara botun yarı yarıya yan geldiği bir yerde su akıntısının çenemin hemen altından geçtiğini fark ediyorum, bir an yedek kıyafet sorunum geliyor aklıma, minik bir panik yaşıyorum, suyun detoks etkisinden olsa gerek bu panik saniye sürmeden "amaaan dünya yıkılsa umrumda değil" moduna geri dönüyorum. :)

Aaa bir de bakıyorum önümüzdeki bot kenara çekmiş, bizim rehber de bizim botu kenara çekmeye çalışıyor, bir an "bu kadar mıydı" diye geçiriyorum içimden ama neyse ki sonradan öğreniyorum sadece mola için durmuşuz. Molanın idrakına varana kadar bizden önce varanların kürekleri ile sıçrattıkları sularla bir güzel banyo yaptırılıyoruz. Buralarda adetmiş bu, ilk gelen sonradan gelenleri ıslatırmış, biz de bottan iner inmez diğer botu karşılamak için küreklerimizle hazırola geçiyoruz, görev disipliniyle..
Doğu Karadeniz'e has bu geleneği fazlasıyla tuttum ve yaşatmak için dernek bile kurabilirim :))

Molada bir de oyun oynanıyormuş, rafting baş rehberi bizi bir daire yaptı önce. Eline aldı bir düdük, "düt" deyince sağdakinin küreğini yaklayacağız, kürekleri yere düşüren yanacak, "düt düt" deyince soldakinin küreğini yakalayacağız, 3 kere düt denilince de kürek yere düşmeden kendi etrafımızda 360 derece döneceğiz. Derken 2 defa küreği düşürmeme rağmen, bir şekilde farkedilmeyerek finale kalmayı başarıyorum, bunu da şimdi burada itiraf ediyorum, kıs kıs :))) Diğer finalistin eşim Özkan olduğuna sevineyim mi üzüleyim mi bilemiyorum taa ki bir ödül vaad edilene kadar, her halükarda ödül ailede kalacak :)) Finaldekilerin yapması gereken biraz dengede kalabilmek o kadar, sistem çok basit görünüyor başta gözüme. Elimizdeki küreği dik tutacağız, küreğin ucuna, yani yukarıya bakarak 20 defa kendi etrafımızda dönüp sonra küreği yere bırakacağız , en sonunda da küreğin bir sağında bir solunda 5 defa tek ayak üstünde sekeceğiz.
Küreğe bakarak dönme safhasında denge sistemim alt üst olmuş vaziyette, "eğer dereye gidersem beni tutun" diye bağırdığımı hatırlıyorum bir tek, dışarıdan bir hizada dengede durmaya çalışan kör zil zurna bir sarhoşu izlediğinizi hayal edin. Eğer dönerken bir defa düşmüş olmasaydım kesin birinci bendim ama eşimin de ikinci gelerek gururunun incinmesine izin veremezdim tabii, birinciliği ona hediye ediverdim. Olsun yabancı sayılmaz. Ben de Özkan’la gurur duyarım bugün.. :)

Islak olduğumuzdan her yanımız kum içinde, neyseki rakip botun yolcuları, geride kalmayı hazmedemediklerinden, her yanlarından geçişimizde bizi bir güzel suluyorlar da duş almadan kumlardan kurtuluyoruz. Parkur 9 km. Bağırıp çağırmaktan, düşüp kalkmaktan bu mesafenin nasıl katedildiğini fark edemiyoruz. Ve işte en sonunda finaldeyiz ama bizden önce bir bot varmış bile, neden birinci olamadık diye çamur atacak birilerini arıyoruz. Yok önümüzdeki botta 4 kişi varmış, hafifmiş, yok bizim rehber bizi iyi yönlendirememiş, yok öndeki botun motoru varmış.. Bir kere kazanma hırsı bürümüş olmasın gözleri, şu insanoğlunun yapmayacağı cirkeflik yok canım! :)))

Finalde gene botlardan iner inmez küreklere sarılıyoruz. Geleni ıslatma geleneğini yaşatıyoruz, başka günahımız yok. Bir ara gözlerimi kapattım, bir sağa bir sola su atıyorum (gözümü kapattığım için kimi ıslatıyorum farkında değilim, büyük ihtimalle karavana), ama birileri de beni gayet farkında olarak güzelce yıkıyor.
O an dünyanın durduğu andı, çocukluğuma döndüğüm andı ve günün en güzel dakikaları idi. "İşte özgürlük bu!" diyorum, burada kimse amir-memur, kimse hanımefendi, beyefendi değil, herkes hesapsızca üstünü kirleten küçük çocuk.. Bir nevi kendinden geçme halinden sonra gelen pis koku ile gerçek dünyaya dönüyoruz. Yakın bir yerlerden dereye kanalizasyon suyu karışma ihtimali üzerinde spekülasyonlar yapılsa da kimin umrunda neyin içinde yüzdüğü.. Ruhsal arınma yaşamışız yenice, daha ne hijyeni isteyelim ki! :)

Sırılsıklam bir sürü insan, yine aynı araca doluşup geri dönüyoruz ama bu defa herkesin yüzündeki ifade bambaşka. İyi ki de bunu yaşamışız diyoruz. Tek düşündüğüm Mustafa ağabeyin (şöförümüz) bu halde bizi arabasına alıp almayacağı. Dağ Raft tesislerine geldiğimizde, herkes yedek kıyafetlerini giyerken, ben ve Nilgün arayış içindeyiz. Diğer grubun rehberi Muhammed’in yedek şortu olmasaydı ve Volkan’ın yedek pantolonu olmasaydı Nilgünle halimiz nice olurdu bilemiyorum.

Raft sonrası dansı :)

Muhammed'in rehberlik yaptığı grup da rafting yapacak, bizim dönmemizi beklerken buluyoruz onları. Yeterli lastik ayakkabı olmadığından soyunma kabininde ayakkabılar için sürekli taciz ediliyoruz. Artık dayanamayıp lastikleri veriyorum.
Özkan’ın bir ayağındaki 43, diğer ayağındaki lastik ayakkabı 46 numara, diğer gruptan bir beye verdiğinde bey, "ayakkabıların tam ayağına uyduğunu" söylüyor. :))
Sevgili Nilgün pantolonu üstünden düşmesin diye sürekli eli yanda gezmek zorunda, bol pantolonu ve boyundan geçmeli çapraz kemeri ile yeni bir trend doğmasına da vesile olurken bize bir rap şovu da yapmayı ihmal etmiyor. Yalvar yakar Özkan’ın da nabzına göre bir müzik bulunuyor ve bir şov da ondan alıyoruz. Artık çaylar içilmiş, üstlerimiz kurulanmış gitme vakti geldi. Doğru müziği buldukları için bizim onlara minnettar kalıp teşekkür etmemiz gerekirken , tesis çalışanları dans şovu için gelip bizlere teşekkür ediyorlar. Bu Doğu Karadeniz’in insanı bambaşka diyorum ben size !

Akşam yemekte alabalık var, alabalığın favori balığım olmamasına rağmen geldiğimden beri yediğim en güzel ana yemek olduğunu düşünüyorum. Balığı iyi pişiriyorlar Allah için ..









1 yorum:

Sümeyye dedi ki...

Merhaba. Bu gezileri kimlerle yapıyorsunuz? Bir tur aracılığıyla mı yoksa ailenizle mi yapıyorsunuz? Bu sıralar biz de bir Karadeniz turu düşünüyoruz da. Nasıl gideceğimize karar vermedik :(( Bana mail atabilir misiniz? kur-de-la-82@hotmail.com