29 Mart 2009 Pazar

Doğu Karadeniz Turu - Pokut ve Sal Yaylası


Bugün ilk defa gezinin konseptine uygun bir araçla gideceğiz gezilecek yerlere, aracın iki tarafı açık, manzara seyri sınırsız.

Çamlıhemşin’de yine alışveriş molası veriliyor, hemen herkes yine sağdaki soldaki muhtelif dükkanlara doluşuyor, hint işi poşilerden alınıyor, yöresel biçimde başa sarmayı biz pek beceremesek de rehberimiz Celal yarı yolda bırakmıyor.


Çamlıhemşin’den sonra ilk hedef Pokut ve Sal Yaylaları, bu defa belirli bir yerde bizi araçtan indirip “hadi yürüyün zirveye kadar” denmiyor, böyle seyirlik bir araç bulmuşken kimsenin de inmeye niyeti yok zaten.

Yol bir süre sonra toprak yola dönüşüyor, verilen ilk molada arabanın tepesindeki seleye oturma kararı alıyoruz, aşağıdaki sınırsız manzara yetmedi ya bize, iki yanımız değil de dört yanımız açıkta olsun, doğayla daha iç içe gidelim diyoruz .. Tabii başımıza geleceklerden habersiziz.. Virajlar ve tümseklerle dolu dağ yolunun arabayı o kadar sallayacağını, bizde sağa sola çarpmayan uzuv bırakmayacağını önceden bilemezdik ki.. Ama aşağıda oturup da yerimizde olmayı hayal eden arkadaşlara tabii ki acımızı hissettiremezdik, çığlık atıp, ahlayıp vahlamak yerine içine Celal’i de oturttuğumuz spontane türküler söyleyerek bağrımıza taş basıyoruz.

“Oyy Cemalum Cemalum ne ettun sen bize…” Gerisini buraya yazamayacağım.. :)))

Neyseki bir de böğürtlen molası veriliyor da yerimizi başkalarına lütfeder gibi sunuyoruz ama bu arada kompressör fonksiyonu görür diye çantalarını da yanlarına almalarını sıkı sıkı tembih ediyoruz.

Ve nihayet Sal Yaylasındayız..



Sal Yaylası, betonarme bina yasağı olduğu için özü çok bozulmamış yaylalardan, eletrik kabloları yer altından verildiği için elektrik direği trafiği de girememiş yaylaya.

Üstteki mangalın son kurbanları..


Yayla evlerine ve karşıdaki Pokut Yaylasının manzarasını uzun uzun seyredip, çimenlerde de yuvarlandıktan sonra başka bir patikadan Pokut’a geçiyoruz.


Pokutta bir Nilgün, Sema, Deniz , Cem rüzgarı..


Pokut’ta yaylanın en ucunda bir pansiyon var, adı sanı daha net aleminde henüz duyulmamış bu mekan bize öğle yemeği ziyafeti çekiyor. Ziyafet diyorum, çünkü buraya geldiğimden bu yana Sümele yakınlarındaki Coşkundere tesislerinde yediğimiz yemekten sonraki en lezzetli öğünümüzü yiyoruz. İşte yerel yemek ziyafeti böyle olur..
Yemekte; muhlama (enfes), köfteli sebze yemeği, peynirli börek, domates çorbası ve halis mısır ekmeği..




Demircioğlu Pansiyonu sahipleri Firdevs ve Ekrem Demircioğlu sağolsunlar bana pansiyon odalarının kapılarını da açıyorlar, sezon sonu olduğu için odalar genellikle toplanmış.



Üst katta kendileri kalan Demircioğlu çiftinin bu işe gönül koydukları çok belli, Pokut Yaylasının güzelliğine, bu ahşap pansiyonun uykusunu ve de leziz yemeklerini de katarsanız burada huzur dolu bir tatil geçirebilirsiniz.. Pansiyon şimdilik 20 yataklı ama yatak sayısı gelecek yaza kadar artırılıp odalara lavabo da yapılacakmış.

Yemekten sonra çaylarımızı içip biraz da istirahat edildikten sonra yine başka bir patikadan yürüyerek Ernetab düzlüğüne çıkıyoruz.


(Ernetab; kelime anlamı ile “düz” demek) Buradan ilerlerken şu yol yapımı esnasında yol genişliğinin abartılarak ormanın istila edildiği Hazindak Yaylası’nı da uzaktan seyrediyoruz.


Pokut'tan Ernetab Düzlüğüne..

Ernatab hatırası..


Ernetab Düzlüğünden manzara uçsuz bucaksız, karşımızda Altıparmak Dağları, Kemerli Kaçkar, Kaçkar Zirvesi, Huser Yaylası, Kavrun, Çaymekçur ve Palekçur Yaylaları ve tabii en aşağılarda da Ayder Yaylası hava sisli de olsa net olarak görülebiliyor..

Karşıda en üstte kavisli yol olan yer, Huser yaylası, şu bulut denizinin üstünde tulum resitali dinlediğimiz yer..



Kendimizi evimizde hissettirdikleri doğru, ama bu kadar hissedilmez ki! :)) Nesibecim ,sevgilerimi gönderiyorum sana buradan..


Seyir keyfine doyulmaz ama gitme vakti gelince yine tek sıra halinde patikayı takibe başlıyoruz, Pokut'da bizi bekleyen aracımıza yeniden binerek bu güzel yaylaya veda ediyoruz.
Yolda ünlü Ayder balından alıp yeniden Ayder yolunu tutuyoruz.

Ertesi gün , sabah yola çıkıldıktan sonra hava aniden değişiyor, gökten kovayla su dökülüyormuşçasına kuvvetli bir yağmur başlıyor, demek bu sabah gelecek yeni grup bizim kadar şanslı olmayacak..

Biz Karadeniz'e doyamadık, öümüzdeki yaz kısmet olursa Karadeniz'in başka bir bölgesine gitmeyi planlıyoruz.

Doğu Karadeniz'de pek çok yaylaya araç ulaşımını sağlamak üzere yol yapım çalışmaları hızla sürüyor. Bu şu demek; o güzelliklere yürüyerek ulaşamayan pek çok kişi için büyük bir kolaylık, aynı zamanda şu demek; insanların bir yere kolay ulaşabilmesi, doğa dejenerasyonun o kadar hızlanması demek.. Bu bakir bölgeleri keşfetmek için henüz çok geç değil, elinizi çabuk tutun derim.. :)

Doğu Karadeniz Turu - Huser Yaylası


07.09.2007

Bugün yayla çıkışında araç kullanılmayacak, pansiyondan çıkar çıkmaz tırmanmaya başlıyoruz


Huser zirve 2500 metrede, bizim de 1200 metrede olduğumuz düşünülürse 1300 metrelik bir rakım bizi bekliyor. Neyse ki dik olan kısmı orman içinden yürüyerek aşacağız, hem dik eğim hem de yakıcı güneş hiç çekilmezdi.

Ayder'i gerilerde bırakmışız..

İlk etap biraz zorlasa da doğanın nimetleri , hayatımda yediğim en aromatik böğürtlenler, sonuna kadar dayanmamıza yardımcı oluyor. Bir daha böylesini bulamayız diye bazen rotadan çıkıp ormana daldığımızda rehberimizin gür sesi ile yeniden hizaya giriyoruz. En dik kısmı çıktıktan sonra daha az meyilli, ahududu bağı sandığımız açık bir araziye gelindiğinde rehberimiz, geri dönmek isteyen var mı diye nabız yokluyor.

Anlaşılan, rehberimiz bizi hala yakinen tanıyamadı, bir an böyle bir şeyi aklından geçirmesi bile ne büyük hata! Bir gün önce şişen kızaran bir başparmak sahibi olsam da, Huser zirvesini göremeden geri dönmeyi kendime yakıştıramıyorum.
Bu düzlüğün hemen yukarısı araba yoluymuş meğer, meğer en kolay kısmı yeni başlıyormuş, bundan sonra araç yolunu takiben devam edeceğiz.

Zirvede bir sürprizle karşılaşıyoruz. Rehberimiz Alp burada bir çay bahçesi var dediğinde, "çok şakacı çocuk bu Alp!" diye geçirdim içimden. Küçük bir tepeyi aşınca şaka maka olmadığını anlıyoruz.



Çay bahçesinin işleticisi Asım küçük bir kulubede kalıyor, bizim gibi yolu buralara kazara ya da bilerek düşen şaşkın turistleri tam tekmil ağırlıyor. Neler mi yapıyor, önce o dağın başında hayal bile edemeyeceğimiz güzel bir çay demliyor bize. Sonra da bir tulum resitali ile zirve sevincini eğlenceye çeviriyor.

Asım yazları burada kalıp bu bahçeyle ilgileniyormuş, kışları da üniversitesinde, kamu yönetimi 3. sınıf öğrencisi..

Volkan aşağıdaki grupla kaldığı için Nilgün çok üzgün, masanın altından bir türlü çıkmak istemiyor. Anca eline verdiğimiz lolipoplarla sakinleştirebiliyoruz Nilgün’ü. Bir ara horonun ortasında gördüğümü hatırlıyorum onu ama benim ki kesin göz yanılmasıdır, kızcağız yasta, ne işi var horonda canım!


Çayımızı ve kumanyamızı midemize indirirken dört bir yanımızında bulut denizleri ile sarıldığını keyifle izliyoruz. Yok böyle bir gerçek, hayatımda ilk defa ayağım yere basarken bulutların üstündeyim, rüya gibi bir ortam..

Tulum sesini duyar duymaz horon oynamayı bilen arkadaşlarım yorgunluk denen kelimeyi anında lugatlarından silip hemen bir sıra oluveriyorlar.. Gerçi horon bilmeyenler bile bu hipnotize edici sese kayısız kalamıyor ya.. :)

Zirvede manzara saniyeler içinde değişiyor, Kaçkar zirvesi bir görünüp bir kayboluyor,
Horonlar oynanıp, çaylar içildikten sonra bu güzellikleri bırakıp gitme vakti geliyor. Ayak başparmağımı daha fazla riske atmaya gerek yok diye düşünüp yoldan araç geçerse Ayder’e arabayla inmeyi kafama koyuyorum, Semacım da sağolsun bana eşlik ediyor. Nihayetinde dik yokuşlarda inişler daha tehlikeli ve sakatlık riski daha fazla, zaten sis de var, etrafı da göremeyeceğiz, aklımıza yatıyor araba ile inme işi. Yolda hemen bir dolmuş çevriliyor, grupla vedalaşıp kendimizi dolmuşun konforlu koltuklarına bırakıyoruz. Bizi alan şöför beyin akrabaları varmış yolumuzun üstünde, çay demlemişler, "hadi gelin çay içelim sonra indiririm" sizi deyince biz de seve seve kabül ediyoruz. Yoldan biraz daha yukarıya, yine patika yoldan bir yayla evine çıkıyoruz. Önce evin önünde havadan sudan bir hoşbeşden sonra merakla evin içine yöneliyoruz. İçerisi oldukça karanlık, ama bir o kadar da sıcak, ortada sürekli yanan bir kuzine, hem ocak hem soba görevini görüyor. Evdeki tek bayan, Huriye bize yayla suyuyla yeni demlediği çayından ikram ediyor.


Sevgili Huriye hayatında ilk defa gördüğü halde, öyle sıcak karşılıyor ki bizi.. Akşama da Huriye’ye e-mail ile resimleri göndereceğime dair söz veriyorum. Bu candan ağırlama ve sıcak muhabbet, hoş bir anı olarak yer ediyor dimağlarımızda..


Erken gelmişiz ya pansiyona, günü doldurmak lazım, yemeğe kadar vakti etkili değerlendirmek adına Ayder Kaplıcalarının yolunu tutuyoruz. Kaplıcaların yayıldığı alan oldukça geniş, ayrı aile odaları ve umumi kullanılan havuz ve hamam tarzı bölmeler var. Havuz kısmı kişi başı 6 YTL, odalar 25 YTL. Havuz kısmı akşam üzeri olduğu için çok da temiz sayılmaz ama kaplıca suyunun kıvamı yumuşacık. 50 derece sıcaklıktaki su kaslarımıza çok iyi geliyor, bir de hamam sefası yapıp kaplıcadan ayrılıyoruz. Tek derdimiz kaplıcadan pansiyona kadar nasıl yürüyeceğimiz şimdi.. Yavaş yavaş yürüsek mi yoksa bir vasıtayı durdursak mı ikilemlerini yaşıyorduk ki birden bir mucize oldu. Rehberlerimizden birinin arabayla pansiyon yönünden aşağı doğru geldiğini gördük, dönüşte bizi alacağını işaret etti, en azından biz öyle algılamak istedik. :)

Varır varmaz Celal’e bizim için aşağıya araba gönderdiği için ne kadar düşünceli olduğunu söyleyip teşekkür ediyorum. Onun cevap verip hayallerimi yıkmasına izin vermeden teşekkür edip yanından ayrılıyorum hemen. :)

Akşam slayt gösterisi var, dün ve bugüne ait resimlerimizi projektörde izleyeceğiz. Önce Nilgün’ün çok düşünceli bir yüz ifadesinin yakalandığı bir fotoğrafı görünce doğal olarak herkes Nilgün’ün yarı yoldan geri dönen eşi Volkan için yas tuttuğunu düşünüyor ama seri olarak alınan 2. fotoğrafda Nilgün’ün elindeki domatesi fark ediyorsunuz, Nilgün’ün tek düşündüğü domatesin neresinden ısıracağıymış.. :)))

26 Mart 2009 Perşembe

Doğu Karadeniz 2007 (Black Sea Region Journey 2007) - Zilkale (Zil Castle), Palovit Şelalesi (Palovit Waterfall), Fırtına Deresi (Firtina River)

06.09.2007

Bugün yürüyüşün az, görselliğin bol olduğu bir gün bizi bekliyor. Sabah en fazla sevindiğim şey, Sema’yı kapının önünde hazır bir şekilde bekliyor görmek. Çok şükür bugün serenad faslı yok, tüm enerjimizi raftinge verebileceğiz. Ama dünden bugüne değişmeyen hala bişeyler var; Nilgün’le Volkan’ın yine güneş kremi yok, gene sağda solda boynu bükük dolaşıp duruyorlar, kendini kremleyen vatandaşların yüzüne mazlum mazlum bakıyorlar, biliyorlar ki bu eninde sonunda işe yarıyor.
Ama neyseki aramızda hayırseven çok da bir gün olsun aç açıkta bırakmadık arkadaşlarımızı, bir gün birimiz tuttu şapkasını verdi, birimiz güneş kremini paylaştı. Bu bavullarının yarısını evde bırakan çifte el altında daha ne yardımlar yapıldı da burada saymaya kalksam sayfalar yetmez.

Bu defa Çamlıhemşin yönünden çıkıyoruz Ayder’den.

Çamlıhemşin’de ihtiyaç molasında kimi hediyelik eşya peşinde kimisi, DVD, CD, makine pili kimi de hala umutlu, güneş kremi arıyor. Serender maketlerine bayılıyorum azıcık büyükçeler, hediyelik 3-4 tane almaya kalksam uçağa almazlar.
Çamlıhemşin’den Çal Vadisi yönünde geri dönüyoruz. Yol, fırtına deresine paralel ilerliyor. Yol üstünde civarın en eski taş köprüsü olduğu söylenilen Şenyuva köprüsünü (1696) yakından görmek için duruyoruz. Köprü mimari olarak her yönden o kadar estetik ki , bir tek altına girip tabanını kareye almadım sanırım. Bu arada vadi yamaçlarındaki ahşap evleri mi seyredeyim , Fırtına Deresini mi şaşırıyorum. Her yer öyle yeşil öyle canlı ki..
Yol bizi Zilkale’ye getiriyor. Zilkale'yi karşıdan gören bir bölgede fotoğraf molası veriliyor ama ters ışıkda kale bitki örtüsüne kamufle olduğundan az daha kaleyi görmeden arabaya geri biniyordum.
Zilkale , diğer adıyla Kale-i Zir pek çok medeniyetçe kullanılmış şimdiye kadar.
Kale Fırtına deresinden 100 m, denizden 750 metre yükseklikte konumlanmış. Trabzon İmparatorluğu döneminde ya bizzat Komnenoslar ya da İmparatorluğa bağlı yerli Lordlar (mesela Zil Kale için Hemşin Lord’u Arhakel) tarafından yapıldığı tahmin etmekte. Dış orta ve dış kaleden oluşan kale restorasyon sonrası her tarafı gezilebilir hale getirilmiş ama duvarların dereden yüksekliği düşünülünce her noktasına ayrı ayrı gezmek biraz yükseklik korkusundan arınmış bir ruh hali gerektiriyor.

Bir tarihi mekanı gezerken neden insanlar birbirine bu kadar yakın durma zorunluluğu hisseder ki, yandaki 100 metrelik uçurumla ilgili olabilir mi acaba?
Sabah koşusu için çok da uygun bir yer değil ama insan bir kere genç olmaya görsün, uçurumu muçurumu takmıyor :)

Bu arkadaş, bir ara boş bulunup duvarın karşı tarafına atlayarak geçmiş, şimdi öyle gamsız bir imaj çizdiğine hiç bakmayın, karşıya nasıl yeniden geçeceğini düşünüyor kara kara. :))


Burası da tabii stüdyo. Bu fotoğrafımız başka sitelerde de görürseniz hiç şaşırmayın, bu pozumuzu yakalamak için uzun uzun kuyruklar oluştuğunu hatırlıyorum, ben kuyruğun en başında, Nesibe adında bir arkadaş'ın gönderdiğini yayınlıyorum :)

Zilkale’den sonra ünlü Palovit Şelalesine doğru yol alıyoruz. Belirli bir yerden sonra araç gidemiyor, iyi ki de gidemiyor, şırıl şırıl akan dere kenarında güneşin göz kırpmalarının refakatinde patika yolda ilerlerken kendimi gene tropik ormanlardaymışım sanıyorum.

Şelale karşısında konum belirlemeye çalışan fotoğraf meraklısı turistler..

20 dakikalık bir yürüyüşten sonra, sonunda şelale görünüyor, bembeyaz köpüklerin kucağında renkli bir kemer, harikulade bir ışık kırılması mı dersiniz, gökkuşağı mı.. yer yüzündeki cennet görüntülerinden biri.. Şelale 15 metre yüksekten akıyor, şelaleyi ancak belirli bir yükseklikten seyretme imkanımız var , dibinden zaten bu heybeti tümüyle kareye alamazdım, malum hala geniş açı objektif fakiriyim :)

Dönüşte arabayı parkettiğimiz yerde sucuklar da bir yandan ızgara için hazırlanıyor.

Hımm iki çeşit sucuk var, birisi biraz daha iyi görünüyor. İlk posta kaliteli sucuğu koyuyorlar mangala, kaçırmamak lazım, göletin yanına fotoğraf çekmeye sonra insem de olur.. İnanamıyorum, çok acıkmış olmalıyım, fotoğraf yerini ilk defa yemek sevdasına bırakıyor. :)

İnsanlar her ne kadar fotoğraf çekenleri "hayatın dışındakiler" olarak tanımlasa da halimizden memnunuz :) Hayatın içini ve hayatın içindekileri seyrederken..

Sucuklar hazırlanırken bir grup gölete atıyor kendini, şelalenin yaptığı akıntı rahat yüzmeyi engelliyor olsa gerek ki, önce belirli bir yerde kilitlenip kaldıklarını görüyorum. Bulunduğum yerden Volkan’ın göletteki halini izlerken takılmış video bandını izler gibiyim. Önce şelaleye doğru yüzüyor, sonra da şelalenin akıntısıyla yeniden geldiği yöne sürükleniyor. Bilmiyorum aynı sahne kaç defa tekerrür etti ama azmine hayran kaldım arkadaşımın. :)

Karınları doymuş, mutlu insanlar..

Gölette serinleme ve sucuk ekmeklerin ardından karpuz yeme faslından sonra yeniden yola düşüyoruz.

Yola çıkarken Nilgün gözlüğünü unuttuğunu fark ediyor ama gözlüğü bıraktığını sandığı yerde maalesef hiçbir şey bulamadan geri dönüyor. Nice sonra aynı yerde Volkan’ın yüzüğünü kaybettiğini de öğreniyoruz. Bir servet bırakmışız meğer bugün geride. Bavullarının yarısını evde unutup, diğer yarısını da burada boşaltmaya çalışan bu tatlı çiftin trajikomik durumu biraz bizi üzse de yola devam ediyoruz.

Yol üzerinde Konaklar Mahallesi varmış, mahalle biraz yamaçta kalıyor, konakları tek tek gezecek kadar vaktimiz yokmuş ne yazık ki. Vakti zamanında iş güç yokluğundan insanlar Rusya’ya çalışmak için gitmişler ve orada pastacılığı öğrenmişler, memlekete bir hayli servetle dönmüşler, denildiğine göre konaklarda kullanılan malzemelerin bir kısmı Rusya’dan getirtilmişmiş.

En yukarıdaki Taraklı Konağının bir de hikayesi var…

Evlerin hemen yanıbaşlarında aslen kiler olarak kullanılan ama dışarıdan daha çok bahçe süsü gibi duran bu evciklere de serender deniliyor, Karadeniz'e has bir mimari yapı.. Şimdilerde şehirde fonksiyonelliğinden çok görselliğin dolayı bahçe dekoru olarak kullanılıyor..

En son durağımız Fırtına Deresi, Dağ Raft tesisleri.. Akşamdan su sığ diye rafting yapmayız diye karar almışız, yanımızda yedek giyecek falan yok. Herkes kendine bir köşe bulacak, rafting yapacak diğer grup gelene kadar vakit geçireceğiz. Nesibe, rafting olayından biraz çekindiği için hiç sesini çıkarmıyor ama Sema aynı metaneti gösteremiyor, "neden yapmıyoruz rafting" diye ağladı ağlayacak. Nilgünse ondan geri kalır değil, küçük Emrah bakışları ile dolaşıp duruyor ortalıklarda..

Rafting süresince oyalacak birşeyler bulmuşlar bile..

Kıyamam ben onlara, Özkan’la çocukların haline daha fazla dayanamayıp fikrimizi değiştiriyoruz. "Rafting yapılacak" denildiğinde yüzlerindeki sevinci görmeliydiniz ama çığlıkları duymasanız da olur, biz duyduk, hala kulaklarım uğulduyor.
Şişme yelekler ve kasklar giyiliyor, lastik ayakkabılar maalesef herkesin ayağına yetecek kadar yok, kimimiz her iki ayağına da sağ giymiş, kimimizin iki ayak numarası farklı. :)

Bir kişi rafting konusunda bizi bilgilendiriyor, botta nasıl oturulması gerektiği, küreklerin nasıl tutulması gerektiği, komutların anlamı, emniyet kuralları.. vs.

Önce arkası açık bir kamyonete sıkış tepiş biniyoruz, botlarımız da ayrı bir kasada arkadan bizi takip ediyor. Rafting başlangıç noktasına geldiğimizde heyecan hat safhada. Malum su debisinin en az olduğu aylardayız, düşme riski minimal ama düşersek yaralanma riski çok fazla. Daha önce bottan düşmüş biri olarak çok rahatım aslında..

Botumuz 6 kişilik, rehber ayakta arkada bizi yönlendiriyor, botun takıldığı yerlerde bottan inip bota yön vererek çıkmaz yerlerden çıkmasını sağlıyor. Herkes gereğinden fazla enerjik, "mutlaka diğer iki botu geçmeliyiz, şampiyon biz olmalıyız!" savıyla çıkıyoruz yola, bağırmaktan ses tellerimiz kopma raddesine geliyor. Bir ara botun yarı yarıya yan geldiği bir yerde su akıntısının çenemin hemen altından geçtiğini fark ediyorum, bir an yedek kıyafet sorunum geliyor aklıma, minik bir panik yaşıyorum, suyun detoks etkisinden olsa gerek bu panik saniye sürmeden "amaaan dünya yıkılsa umrumda değil" moduna geri dönüyorum. :)

Aaa bir de bakıyorum önümüzdeki bot kenara çekmiş, bizim rehber de bizim botu kenara çekmeye çalışıyor, bir an "bu kadar mıydı" diye geçiriyorum içimden ama neyse ki sonradan öğreniyorum sadece mola için durmuşuz. Molanın idrakına varana kadar bizden önce varanların kürekleri ile sıçrattıkları sularla bir güzel banyo yaptırılıyoruz. Buralarda adetmiş bu, ilk gelen sonradan gelenleri ıslatırmış, biz de bottan iner inmez diğer botu karşılamak için küreklerimizle hazırola geçiyoruz, görev disipliniyle..
Doğu Karadeniz'e has bu geleneği fazlasıyla tuttum ve yaşatmak için dernek bile kurabilirim :))

Molada bir de oyun oynanıyormuş, rafting baş rehberi bizi bir daire yaptı önce. Eline aldı bir düdük, "düt" deyince sağdakinin küreğini yaklayacağız, kürekleri yere düşüren yanacak, "düt düt" deyince soldakinin küreğini yakalayacağız, 3 kere düt denilince de kürek yere düşmeden kendi etrafımızda 360 derece döneceğiz. Derken 2 defa küreği düşürmeme rağmen, bir şekilde farkedilmeyerek finale kalmayı başarıyorum, bunu da şimdi burada itiraf ediyorum, kıs kıs :))) Diğer finalistin eşim Özkan olduğuna sevineyim mi üzüleyim mi bilemiyorum taa ki bir ödül vaad edilene kadar, her halükarda ödül ailede kalacak :)) Finaldekilerin yapması gereken biraz dengede kalabilmek o kadar, sistem çok basit görünüyor başta gözüme. Elimizdeki küreği dik tutacağız, küreğin ucuna, yani yukarıya bakarak 20 defa kendi etrafımızda dönüp sonra küreği yere bırakacağız , en sonunda da küreğin bir sağında bir solunda 5 defa tek ayak üstünde sekeceğiz.
Küreğe bakarak dönme safhasında denge sistemim alt üst olmuş vaziyette, "eğer dereye gidersem beni tutun" diye bağırdığımı hatırlıyorum bir tek, dışarıdan bir hizada dengede durmaya çalışan kör zil zurna bir sarhoşu izlediğinizi hayal edin. Eğer dönerken bir defa düşmüş olmasaydım kesin birinci bendim ama eşimin de ikinci gelerek gururunun incinmesine izin veremezdim tabii, birinciliği ona hediye ediverdim. Olsun yabancı sayılmaz. Ben de Özkan’la gurur duyarım bugün.. :)

Islak olduğumuzdan her yanımız kum içinde, neyseki rakip botun yolcuları, geride kalmayı hazmedemediklerinden, her yanlarından geçişimizde bizi bir güzel suluyorlar da duş almadan kumlardan kurtuluyoruz. Parkur 9 km. Bağırıp çağırmaktan, düşüp kalkmaktan bu mesafenin nasıl katedildiğini fark edemiyoruz. Ve işte en sonunda finaldeyiz ama bizden önce bir bot varmış bile, neden birinci olamadık diye çamur atacak birilerini arıyoruz. Yok önümüzdeki botta 4 kişi varmış, hafifmiş, yok bizim rehber bizi iyi yönlendirememiş, yok öndeki botun motoru varmış.. Bir kere kazanma hırsı bürümüş olmasın gözleri, şu insanoğlunun yapmayacağı cirkeflik yok canım! :)))

Finalde gene botlardan iner inmez küreklere sarılıyoruz. Geleni ıslatma geleneğini yaşatıyoruz, başka günahımız yok. Bir ara gözlerimi kapattım, bir sağa bir sola su atıyorum (gözümü kapattığım için kimi ıslatıyorum farkında değilim, büyük ihtimalle karavana), ama birileri de beni gayet farkında olarak güzelce yıkıyor.
O an dünyanın durduğu andı, çocukluğuma döndüğüm andı ve günün en güzel dakikaları idi. "İşte özgürlük bu!" diyorum, burada kimse amir-memur, kimse hanımefendi, beyefendi değil, herkes hesapsızca üstünü kirleten küçük çocuk.. Bir nevi kendinden geçme halinden sonra gelen pis koku ile gerçek dünyaya dönüyoruz. Yakın bir yerlerden dereye kanalizasyon suyu karışma ihtimali üzerinde spekülasyonlar yapılsa da kimin umrunda neyin içinde yüzdüğü.. Ruhsal arınma yaşamışız yenice, daha ne hijyeni isteyelim ki! :)

Sırılsıklam bir sürü insan, yine aynı araca doluşup geri dönüyoruz ama bu defa herkesin yüzündeki ifade bambaşka. İyi ki de bunu yaşamışız diyoruz. Tek düşündüğüm Mustafa ağabeyin (şöförümüz) bu halde bizi arabasına alıp almayacağı. Dağ Raft tesislerine geldiğimizde, herkes yedek kıyafetlerini giyerken, ben ve Nilgün arayış içindeyiz. Diğer grubun rehberi Muhammed’in yedek şortu olmasaydı ve Volkan’ın yedek pantolonu olmasaydı Nilgünle halimiz nice olurdu bilemiyorum.

Raft sonrası dansı :)

Muhammed'in rehberlik yaptığı grup da rafting yapacak, bizim dönmemizi beklerken buluyoruz onları. Yeterli lastik ayakkabı olmadığından soyunma kabininde ayakkabılar için sürekli taciz ediliyoruz. Artık dayanamayıp lastikleri veriyorum.
Özkan’ın bir ayağındaki 43, diğer ayağındaki lastik ayakkabı 46 numara, diğer gruptan bir beye verdiğinde bey, "ayakkabıların tam ayağına uyduğunu" söylüyor. :))
Sevgili Nilgün pantolonu üstünden düşmesin diye sürekli eli yanda gezmek zorunda, bol pantolonu ve boyundan geçmeli çapraz kemeri ile yeni bir trend doğmasına da vesile olurken bize bir rap şovu da yapmayı ihmal etmiyor. Yalvar yakar Özkan’ın da nabzına göre bir müzik bulunuyor ve bir şov da ondan alıyoruz. Artık çaylar içilmiş, üstlerimiz kurulanmış gitme vakti geldi. Doğru müziği buldukları için bizim onlara minnettar kalıp teşekkür etmemiz gerekirken , tesis çalışanları dans şovu için gelip bizlere teşekkür ediyorlar. Bu Doğu Karadeniz’in insanı bambaşka diyorum ben size !

Akşam yemekte alabalık var, alabalığın favori balığım olmamasına rağmen geldiğimden beri yediğim en güzel ana yemek olduğunu düşünüyorum. Balığı iyi pişiriyorlar Allah için ..









Doğu Karadeniz Turu Doğu Karadeniz 2007 (Black Sea Region Journey, 2007) - Kavrun Yaylası (Plateau Kavrun)

Kavrun Yaylası (05.09.2007)

Kahvaltı sonrası güne bugün geç başladıysak, enerjimiz eksik kaldıysa tek sebebi Sema’dır. Neymiş dün gece iyi uyuyamamış, kendini kötü hissediyormuş, bugün mola verecekmiş miş miş.. Sema’yı yürüyüşe ikna çalışmaları önce rica minnetle başlıyor, baktık ki anlamıyor, penceresinin altında bağrınmaya başlıyoruz, “Sema hadi otobüs kalkıyor, herkes seni bekliyor!” Baktık ki hiç oralı olduğu yok, penceresine attığımız terlikler aynı hızla kafamıza geri geliyor, rehberimiz de melul melul bakmaya başlayınca mecbur Sema’yı bırakıp çıkıyoruz yola. J Kavrun zaten zorlu bir parkur, enerjimizin yarısını da sabah sabah serenada harcamışız, bakalım nasıl geçecek bugün.. Dolmuşta Nesibe’yi dizimizin dibine oturtuyoruz ne de olsa bugün o öksüz sayılır , kankası tarafından ekilmiş bir mazlum olarak ona kol kanat germeyi görev ediniyoruz. Elimizden geldiğince Sema’nın yokluğunu hissettirmemeye çalışacağız bugün artık elimizden ne gelirse..


Yukarı Kavrun Köyüne çıkılırken aşağı Kavrun Köyü yanından geçiyoruz, çığ düşmesi nedeniyle buradaki yerleşim bir dönem yok denecek kadar azmış. Yukarı Kavrun yaylası bu çevredeki birkaç buzul vadisinden biri.
Buzul vadileri ve gölleri nasıl mı oluşuyormuş?

Buzullar, karın yeniden kristalleşmesi, sıkışması ve bir araya toplanması ile meydana geliyor. İklim değişikliklerinin ve yerçekiminin etkisiyle hareket ediyorlar. Soğuk iklimlerde aşağıya doğru sarkan buzullar, ilerlerken üzerinde kaydıkları zeminden aldıkları parçalarla yeryüzünü şekillendiriyorlar. Binlerce yıl süren hareketleri sonucunda V biçimli vadileri aşındırarak tekne biçimli vadilere dönüştürüyorlar. Kaçkarlar’daki Davalı, Büyükçay, Kavron, Çeymakçur, Avusor- Bulut ve Kaçkar vadileri tipik buzul vadileri. Eğimin az ve kaya yapısının dirençsiz olduğu bölgelerde ise buzulların akması ve geri çekilmesi sırasında çukurlar oluşuyor. Bu hareketler zamanla çukurlukları derinleştirir. Onların suyla dolmasıyla da buzul gölleri meydana geliyor.

Yukarı Kavrun Yaylasında araçtan inip yürüyüşe başlıyoruz. Burası bir zamanlar yayla köyüymüş, sonra büyümüş serpilmiş bir tatil köyü kıvamına gelmiş neredeyse Köyde pansiyon, çay bahçesi, muhlama evi.. gibi tesisler çoktaaan yerlerini almış. Dahası köyün girişinde “hoş geldiniz” yerine “wellcome” yazılmış tabelaya; burası ulusal arenayı çoktaaan aşmış da, uluslararası kulvarda oynamaya başlamış bile.
Köyün turizme yatkınlığı Kaçkar yolu üzerinde olmasından kaynaklanıyormuş. Yukarı Kavrun rakımı 2200 metre. 700-800 metre daha yukarıdaki göller bölgesine çıkacağız. Köyü dünya gözü ile gördüğümüz son noktada rehberimiz grubu durdurup bir uyarı yapıyor, “bu yürüyüşe itirazı olan varsa şimdi konuşsun yoksa sonsuza kadar sussun” gibisinden geri dönmek isteyen var mı diye nabız yokluyor. Daha yukarılarda geri dönme kararı alma gibi şansımız yokmuş, o zaman “ölmek var, dönmek yok” ilkesi devreye giriyormuş direk, tek başına dönenin yanlış patikalara girilebilme ihtimali varmış.


Eğimin zaman zaman dikleştiği zaman zaman azaldığı bir yürüyüşün sonunda bir göl görünüyor. Tamam işte geldik derken rehberimiz başka bir rampayı işaret ediyor. Eee dağın başındayız, orman kanunları geçerli, yok “burası da göl, nolur artık dursak! “ gibi alternatif fikirlerimizi içimize atıyoruz.

Küçük Deniz Gölü


İyi ki de devam etmişiz, en tepeye vardığımızda tepenin öbür yüzündeki Karadeniz Gölünü görünce buralara kadar boşuna gelmediğimizi anlıyoruz. Allah’a bin şükür bu turun başından beri ilk defa o kadar yol tırmanıp da geldiğim yerin öbür tarafında daha alçak bir yer olduğunu da gördüm ya artık gam yemem, işte en tepedeyim diyebilirim. Geriye bir Kaçkar zirve kalıyor, bu yıl form tutalım gelecek yıl orası da kaçmaz..

Bulunduğumuz yer, Kavrun ve Çaymekçur Vadilerini ayıran Gelgebent Sırtı, arkamızda kalan yer, Lanetleme geçidi..


Aşağıda Karadeniz Gölü, karşımızda Kemerli Kaçkar Dağı



Lanetleme Aşıtı, "çarşak" denilen taşların bolca bulunduğu bir bölge. Bu nedenle özellikle çıkış kısmı zorlu bir parkur, dağcıların yüklerini taşıyan katırlar burada kalakaldıklarından, buraya gelip geçenler sürekli lanet okuduğundan bu isim buraya yapışıp kalmış.

İlk gördüğümüzde zirve sevinci yaşamama neden olan göl, Küçük Deniz gölüymüş, Büyük Deniz ve Mezovit gölünün bulunduğu bölge Çegnovit’in denizleri olarak anılmaktaymış.

Bulunduğumuz yer 3100 metre, Karadeniz Gölü, 2840 metrede, Kaçkar’a ne kalmış ki şurda, 800-900 metre sonra zirvedeyiz. Eminim o rakımı tırmanmak en zorlusudur, buradan görüldüğü kadarıyla arazi genellikle kayalardan, çarşaklı geçitlerden oluşuyor.
Karadeniz gölünü doyasıya seyrettikten sonra Büyük Deniz gölüne doğru yol alamaya devam ediyoruz neyse ki artık bu defa yukarıya değil yana doğru aşağı eğimli arazide yürüyoruz.

Büyük Deniz Gölü




Küçük Deniz gölü sıcaklık olarak girilmeye daha müsait olmakla beraber suyu iyice çekilmiş. Bugün her şeye rağmen su ne kadar soğuk olursa olsun göle girme konusunda kararlıyım. Bunu gerçekleştirmek artık üstüme farz oldu, tabii önce cesaret toplamam lazım. İlk suya atlayan kişiye soruyorum, “geri dönerken çıkan nidalar acıdan mı mutluluktan mı” diye. Rahatlamaktanmış.. Pek inanmasam da kararlıyım, bugün bu suya girmeden inmeyeceğim Ayder’e! Önce ayaklarımı suya alıştırma çabası içindeydim, başlangıçta şiddetli ağrılar çekiyorum, sonra ayaklar yarı felç durumunda soğuğu daha az hisseder hale geliyor, sonra suyun içinde ayaklarınızı yok sayarak ilerleyip kendinizi bırakıyorsunuz. Çok basit değil mi? O gün ilk defa sudan çıktıktan sonra uzun kollu bir şeyler giyme ihtiyacı duyuyorum.

Sağda solda çiçek böcek çekerken döndüğümde grubu toplu halde yoga yaparken buluyorum. Kaslarım buz gibi sudan sonra iyice katılaşmış vazziyette, o esnek hareketleri denemeye bile yeltenmiyorum, komik olmaya hiç niyetim yok


Dönüşümüz ayak baş parmaklarımdaki ağrılardan dolayı çok da rahat olmuyor aslında. Yaylalara çıkmayı planlayan arkadaşlara buradan duyurulur, ayakkabı seçimini çok dikkatli yapı lütfen, geziniz işkenceye dönüşebilir yoksa..


Yukarı Kavrun’da çaylarımızı içip yeniden Ayder’in yolunu tutuyoruz.

15 Mart 2009 Pazar

Doğu Karadeniz 2007 (Black Sea Region Journey, 2007) - Avusor Yaylası (Plateau Avusor)

Avusor Yaylası (04.09.2007)

Bugün orta zorlukta bir yürüyüş bekliyor bizi. Avusor Köyüne kadar araçla varıp oradan 2600 metre yükseklikteki Avusor gölüne (Kemerli Göl- Büyük Göl) tırmanacağız. Avusor Yaylası Lazların kullandığı tek yaylaymış. Avusor Köyüne kadar araçla gidiyoruz ama ruhum dışarda, ormanlık alan bitene kadar yine gözümü dışardan alamıyorum. Aman Allahım! Burada yer şekiller, bitki ve sudan ibaret. Köy yaklaşık 50 haneden oluşuyor, ahşap ev oldukça az sayıda, evler genellikle taştan ve boyut olarak oldukça küçük, çığ tehlikesi nedeniyle böyle bir mimari tercih edilmiş olabilir. Köy, kendi elektriğini üretebilecek bir santrale de sahip.

Göl için, “Hemen şu görünen düzlüğün üstünde” diyor rehberimiz, o düzlüğe vardığımızda hedefi ortalarda görememek ilk hayal kırıklığı atağını yaşatıyor. N’apalım Avusor Köyü fonlu fotoğraflar çekerek soluklanıyoruz.

Hafif eğimli rampa çok da uzun sürmüyor yeniden dik eğimli bir bölgeyi tırmanmaya başlıyoruz. Oksijen seviyesi giderek düştüğünden midir nedir, molalar giderek sıklaşmaya başlıyor. Herkes kendine seçtiği en az eğimli rotalardan dura kalka , çapraz yürüyüşle tırmanışa devam ediyor. Çok şükür ki yokuşun sonunda yeniden hafif eğimli arazi başlıyor. Ama göl hala ortalarda yok. “Bu gölü niye bu kadar yukarı yapmışlar, kim taşımış bu gölü yukarıya!” gibi iç isyanları bastırmaya çalışıyorum bir yandan da. Hafif eğimli rampa bir süre sonra tamamen düzlüğe bırakıyor kendini ve ince bir hat halinde göl görünüyor. Göl suyu ısısı yaklaşık 9-10 derece ama buna rağmen mayosu olan kendini tutamıyor. Bir kere yayla suyunun tadına varmışız, suya girmeden dönmek olmaz.

Ben de mayosunu unutmuş biri olaraktan öyle kenarda mazlum mazlum girenleri seyredip , fotoğrafladım. Özkan’ın "Buda'nın tipik oturuşu" pozisyonunda dalışı fotoğraf adına günümü kurtardı desem yeridir.

Bazı arkadaşlarımız hızlarını alamayıp gölün biraz daha yukarısındaki buzula kadar yürüdüler. Yukarıda keçilerle de buluşup horon teptikleri söyleniyor.

Kumanyalar yenilip, gölün kenarında biraz uyukladıktan sonra yeniden geri dönüş yoluna düşüyoruz. Dönüşte sakatlanma riski olmasa neredeyse yuvarlanarak ineceğiz köye.

Yukarıdaki fotoğrafın kamera arkası

Köyde bizi Paşaali Amca bekliyor. Çayevinde oğlunun kitaplarını önüne almış, kendi yazdığı şiirlerin bulunduğu defteri de eline, tüm grup toplanıncaya kadar tek kelime etmiyor, bize daha çok kendi şiirlerinden okuyor. Hele siyasetçiler için yazdığı şiirlerle bizi kırıp geçiriyor.

Provası olmaz hayatın
Ne yeniden yaşamak mümkün geçmişi,
Ne de yaşananları silebilmek.
Mühim olan;
Zifiri karanlıkta güneşi görebilmek

Adem Karagöz (Paşaali Amca’nın oğlu)

Paşaali Amcaya teşekkür edip yeniden dolmuşumuza yollanıyoruz.
Yolda bir de ne görelim! Sis tabakası Hala Vadisini kaplamış, muhteşem bir görsellik sunuyor.. Neyse ki sevgili Celal arabayı nerede durduracağını çok iyi biliyor. Bu muhteşem manzarayı fotoğraflamadan gidersem gözüm açık giderdi.

Bugün de kararlıyız, hala yeşile doyamadık, ormanlık alana girildikten sonra yürüyerek Ayder’e varmayı planlıyoruz, herkes aynı fikirde olunca rehbere çok fazla seçenek kalmıyor J. Yaşasın! Araba yolu yerine kestirme olduğunu söylediği bir patikadan indirecek bizi, bu daha fazla yeşil, daha riskli bir yürüyüş demek. Patikanın yol ayrımına gelmeden, yaylaya çıkarken gördüğüm şelaleye gelince, gene fotoğraf damarım tutuyor, toplum içinde olduğumu unutup, arabayı durdurması için yalvarır bir dille konuşmaya başlıyorum Celal’le, sevgili Celal beni kırmayıp , çocukla çocuk olduğun için çooook teşekkürler.. Tropik bir ormandaymışsın hissi veren bu manzaranın karşısında mest oldum diyebilirim.

Patika, dağ yamacında ince bir yol, yan taraf dik eğimli.

Dünya tatlısı bir çift; Nilgün ve Volkan..

Yine sık sık karşımıza şelale ve arıklar çıkıyor, ilk defa burayı biz keşfetmişiz gibi seviniyorum her şelalede. Giderek sis çökmeye başlarken bir köye geliyoruz.

Köyde oyalanmadan yeniden patikalardan dik bir inişe geçiyoruz.

Pansiyona gelindiğinde, herkes pansiyon yoluna dönerken biz Ayder merkezine doğru yürüyüşe devam ediyoruz. Mayo getirmedim ya, kaplıcanın yanındaki dükkanlarda mayo satılabileceği umuduyla aşağıya iniyoruz. Ayder’in tek caddesinde sisin verdiği esrarengiz ambiyansda biraz da gergin bir şekilde yürüyoruz. Artık ayaklarımız isyan ediyor. Mayomuzu bulduk ama dönüş yolu dik, yokuş yukarı nasıl gideceğimizi düşünüyoruz kara kara. Yolda bir dolmuşa el ediyoruz, durur durmaz hazine bulmuş gibi koşuyoruz arabaya. Arabayı kullanan, buranın yerlisiymiş, alışveriş yaptığımız marketin sahipleriymiş meğer. Eşimle kısa bir diyalog geçiyor aralarında:
Eşim Doğu Karadeniz insanın alicenaplığından, yardımseverliğinden öyle şaşalı bahsediyor ki herhalde beyefendi de yoluna biz çıktık diye içinden dua ediyordur J.
“Burada dışarıdan yerleşim yok, hepsi kendi halkımız, o yüzden bozulmadan kalabildi” diyor. Ayder’in bir tatil köyü havasına girdiği doğru ama insanının hala özünü koruduğu, turizm yozlaşmasına yenik düşmediği de bir gerçek..

Maran Gıda sahiplerine binlerce kere dua ve teşekkür edip pansiyonumuza varıyoruz.

Bugün akşam yemeğinde yöresel bir yemek var, laz böreği. Cehaletin gözü kör olsun işte. Önce sıradan bir börek sandığımdan, karnım da tıka basa doyduğundan gelen böreği geri gönderiyorum, “aaa bu tatlı” deyince birileri, geri istiyorum böreğimi. Methettikleri kadar varmış, laz böreği yufka ve muhallebiden yapılan bir tür tatlıymış aslında. Tarifini de kısaca yazıveriyim:


Malzemeler:
7 yumurta, 7 su bardağı süt, 5 kaşık tereyağı, 1.5 su bardağı şeker, 1.5 kahve fincanı nişasta, 1.5 kahve fincanı pirinç unu, alabildiği kadar buğday unu, tuz.Yapılışı:
Bir kase su, iki kaşık tereyağı, bir yumurta sarısı, az tuz, bir iki damla zeytinyağı ve alabildiğince un katılarak yoğrulur ve on dört parçaya bölünür. Bu on dört parça ile laz böreğinin on dört yufkası açılır.Yapraklar arasına konacak muhallebinin yapılışı: Süt ve şeker kaynatildıktan sonra az tuz konur, ayrı bir kapta pirinç unu veya nişasta, dört yumurta sarısı, bir bardak soğuk su ile iyice çırpılır, kaynayan süte karıştırılarak ilave edilir. Piştikten sonra bir tutam karabiber serpilir.Yedi hamur tek tek açılır ve her bir yaprağına tereyağı sürülerek tepsiye dizilir, üzerine önceden hazırlanmış olan muhallebi soğuk olarak dökülür. Geriye kalan yedi hamurda tek tek açılarak ve tereyağı sürülerek muhallebinin üzerine dizilir. Arzu edilen şekilde kesilir, üzerine tereyağı gezdirilerek fırına verilir.Bir buçuk bardak şeker, bir bardak su ile hazırlanan ilik şurup, fırından çıkan böreğin üzerine dökülür. Fındık veya cevizle süslendikten sonra ılık olarak servis yapılır.